10 Nisan 2011 Pazar

Sınırsız bir yolculukta Cochabamba: Gelenekten paraya evrilen koka…


“Yolun bir gizemi olduğu kesin, bu konuda artık en ufak bir tereddütüm yok.  Yolun bende bu kadar heyecan uyandırmasının ve her defasında davetini kabul etmemin nedeni bu olsa gerek. Yol, ayrılmayı asla düşünemediğim ya da “Terk ederse ne yaparım?”  diye korktuğum bir sevgili sanki. Artık ipler benim elimde değil, bu yolculuğu yapan ben miyim yoksa yolun kendisi mi o da belli değil. Bir süredir aynaya baktığımda farklı bir kadın var sanki karşımda, sanki yolun görünmez ajanları ele geçirdiler beni ve mimiklerimin bile hakimi onlar artık. Ayaklarım bir farklı atıyor adımlarını, gözlerim bir farklı bakıyor etrafa, işte bu duyguyu tanımlamak çok güç.”

Bolivya’da beyazlar içindeki Sucre’den ayrılıp Cochabamba’ya doğru hareket eden otobüste defterime aldığım notlarda bunlar yazılıydı. Gecenin geç bir saati Cochabamba’ya varmanın benim için bir tehlikesi yoktu. Bir yolunu bulup hostele gideceğimden ve başıma bir bela gelmeyeceğinden -nedenini tam olarak ben de bilmiyorum- emindim. Belki de bunun nedeni biraz önce bahsettiğim hislerdi belki de “yol’u” görünmez bir arkadaş olarak kabul etmem ve gerektiğinde ipleri onun eline vermemdi. Belki de hatta kuvvetle muhtemel planlı ve programlılığını yanında taşıyan bu kadının, gezinin altıncı ayında artık çantasına çok ağır gelen plan ve programları da bir kenara atmış olmasından kaynaklanan hafifleme hissinin yarattığı bir illüzyondu buna sebep olan.

Çok kalmayacaktım Cochabamba’da, planı bozacaktım. Güney Amerika kıtasına gelmeden önce planlarımın arasında Bolivya’ya gelmek vardı ama Che Guevara’nın bütün Latin Amerika’yı kapsayacak bir gerilla hareketi başlatmak için seçtiği en ücra köşeye gitmek yoktu. Ben kendimce bir rota çizmiştim, hazır olan rotanın yanında ise başka bir gezginden duyularak yazılmış soru işaretli birkaç dağ köyü ismi vardı; Samapaita, Vallegrande, La Higuera ve özgürlük savaşçısının ismi Che. İşte karşı koyamadığım bu soru işaretli kısım not defterimden bana göz kırpıyordu, kiminle işbirliği yaptığını gayet iyi biliyordum ama itaat etmekte sakınca görmüyordum.

Cochabamba’nın tenha ve çok da iç açıcı olmayan otobüs terminaline geldiğimde saat sabah üçtü. Böyle durumlarda güvenli olmadığı için tek başıma taksi tutamayacağımdan sabaha kadar çantama sarılarak geçirdiğim dakikalar çoktur. Bu sefer şansımın yaver gittiği zamanlardandı ve benimle birlikte otobüsten inen başka bir gezgin daha vardı. Beraber taksi tuttuk ve otobüs terminali kadar izbe bir hostelde aldık soluğu. Bu kıtada başımı sokacak bir çatı bulmak yetiyor da artıyor bile bana, konfor nasıl bir şeydi unuttum zaten. Bir de her ne kadar ayaklarım yerden kesilmiş olsa da, Güney Amerika burası, tatlı bir hayaldeyim ama mücadeleyi de hiçbir zaman bırakmamak gerektiğini unutmuyorum. Bazen güvenlik söz konusu olunca gözümü dört açıyorum, maceranın yaratacağı adrenaline sırt çeviriyorum.

Cochabamba, Bolivya'nın büyük ve kolonyal şehirlerinden biri. İnternet ortamında üyesi olduğum gezginler sitesi “couch surfing” den, buraya gelmeden tanıştığım ve beni bekleyen İstanbul hayranı doktor Lizzie ile buluştuk sabah. Hırsızlık olaylarına karşı uyardı beni, yakın zamanda kulağındaki küpeleri çaldırmış Lizzie, anlatırken gözlerine hala korku hakim. Sağımıza solumuza baktıktan sonra çıkarabildim makinemi ve birkaç kare fotoğraf çekebildim. Büyük bir misafirperverlikle gezdirdi şehri, sorularımı cevapladı ve anlattı.

And Dağları’ndaki Chapare isimli bölge, koka bitkisinin yetişebilmesi için gerekli iklim özelliklerine, yüksekliğe sahip ve Cochabamba da bu bölgede yer alıyor. Yanak ve diş arasına sıkıştırarak emilen koka yaprağı kullanımı oldukça yaygın ve ekimi serbest. Koka yaprağı, yüzyıllar boyunca uyarıcı etkisi nedeniyle açlık, yor­gunluk ve dağlık yerler­de yüksek rakımdan doğan rahatsızlıklarla baş etmekte kullanılan bir bitki. Buraya kadar evimizde demleyerek içtiğimiz ıhlamur çayı kadar masum olan koka bitkisi, beyaz adamın eline geçtikten sonra kokain olarak dönüyor pazara. Merkezden biraz uzaklaştıktan sonra tamamen fakirliğin hakim olduğu şehirde, gözden kaçması imkansız olan çokça gördüğüm lüks arabaların ve jiplerin nereden geldiğinin açıklaması burda yatıyor. Lizzie bana “mantar ev” dedikleri, birden bitiveren lüks binaları gösterip, bunların sahiplerinin de koka tacirleri olduğunu anlattı.

1961 yılında uyuşturucu sınıfına sokularak yasaklanan koka yaprağının yasak listesinden çıkarılmasını isteyen eski bir koka çiftçisi olan Evo Morales, koka yaprağının And bölgesi halklarının kültürel kimliği olduğunu ve bu kimliği savunmak zorunda olduğunu dile getiriyor. Yönetime geldiği günden beri de koka yaprağını kaçakçılardan kurtarıp halka gelir kapısı yapmaya çalışan kızılderili başkan, elit tabakanın yönetimde görmekten hoşlanmadığı “şapkalılardan”. Saygı duymamak elde değil, “Koka bir And geleneği, kokain ise batı alışkanlığıdır. Sorun tüketim ucundan çözülmeli, özneyi değil nesneyi hedef almak lazım” diyebilecek kadar da cesur bir başkan.

Lizzie ile akşam buluşmak üzere ayrıldık. Bir saat uzaklıktaki güzeller güzeli Tarata’ya gittim.  Ağaçlarla  çevrelenmiş meydanında oturdum, derin bir nefes aldım, kuş cıvıltılarını dinledim ve gündelik işlerini yapan Tarata halkının sakinliğini çektim içime. Cochabamba’nın üzerimde yarattığı tedirginliği burada toprağa gömdüm. 18. yüzyılda inşa edilmiş evlerin inceliklerinde kayboldum, eski kilisesinin taş işçiliğine vuruldum. Büyük ve kaotik şehrin koşuşturmasından zamanın durduğu buraya kaçmak çok iyi geldi. Etrafta dolandım, korkusuzca fotoğraf makinemi çıkarıp fotoğraf çektim. Sakin sakin işlerini yapanları ve parkta ya da sokak aralarında gönüllerince oynayan, koşuşturan çocukları seyrettim.

Lizzie ile buluştuğumuzda ısrarlarına dayanamayıp hem şehre kuşbakışı bakmaya hem de şehri kanatları altına almış ve birçok noktadan görülebilen devasa İsa heykelini görmeye gittik. Heykele çıkan merdivenleri –hikayelerini dinlediğim, soyulan insanlar kervanına katılmamak için- kullanmadık. Taksi tuttuk ve bizi beklemesini rica ettik. Asya kıtasında gezdiğim ülkelerde gördüğüm dev Buda heykellerini hatırlattı bana İsa heykeli. Daha büyük olduklarında daha etkili olduklarına mı inanılıyor acaba? Ya da biz faniler heykelin boyutu büyüdükçe daha mı çok inanıyoruz onların varlığına ve gerçekliğine? Bilmiyorum ama beni hiç etkilemiyor, çirkin buluyorum bu heykelleri, üzerimdeyse ‘haşmetinden eziliyorum’ hissi hiç yaratmıyor. Anı fotoğrafı çektirmek için kaçınılmaz bir nokta o kadar.

Cochabamba, ulusal bir park olan Parque Machia’ya ve bu parkın içindeki iki köye -çok güzel olduğunu duyduğum, fotoğraflarını gördüğüm, koka bitkisi tarlalarını görebileceğiniz- yakınlıkta ve güzel bir şehir ama tehlikeli. Bu parka ve köylere gidemedim, yanımda bir yoldaş yoktu, aramam ve beklemem gerekiyordu ama koşulları zorlamadım. Lizzie’nin son sürprizi beni buradaki bir Türk restoranına götürmek oldu, Mustafa ile tanıştım burada. İmambayıldı hazırlıkları yaparken yakaladık onu, ikimiz de şaşırdık bu duruma. Ben burada bir Türk’ün girişimciliğine hayran kaldım, O da “Senin burada ne işin var?” diye sormadan edemedi.

Cochabamba’da bir Türk restoranı ve üstelik yemekleri yapan da bir Türk, çok hoşuma gitti. Lizzie, Mustafa ve Cochabamba’yla vedalaşıp Santa Cruz’a gitmek için terminale koştum. Lizzie’yle biletimi daha önce almıştık, on saatlik bir otobüs yolculuğu beni bekliyordu. Adaptörlerin, kalemlerin, yanımdan ayırmadığım ve çalıştığım fotoğrafçılık kitabımın; şampuan, sabun, tarak gibi temizlik malzemelerinin bulunduğu sırt çantamın iki yan cebinin boşaltıldığını çantayı otobüse verirken fark ettim. Cochabamba’dan ben de nasibimi almıştım. Hoşuma gidense eski beni öfkeden delirtecek bu olayın yüzümde -Türkçe yazılmış, çok az resim olan kitaba anlamsız anlamsız bakacak hırsızın gözleri aklıma geldikçe- keyifli bir gülümseme yaratmasıydı. Yol galiba böyle olumsuz olaylara bakışımı da değiştiriyor, beni kendi diliyle eğitiyordu.

Brezilya sınırındaki Santa Cruz’a doğru yol almaya başladı otobüsüm. Bolivya’da yolcular otobüse kat kat battaniyelerle biniyorlar. Isıtma sistemi olmayan bu otobüslerde özellikle geceleri And Dağları’nın dolambaçlı yollarında ilerlerken keyifli bir yolculuk soğuk yüzünden işkenceye dönüşebilir. Ben de uyku tulumuma sıkı sıkı sarıldım, Andlara en çok yakıştırdığım grup İnti İllimani’nin müziklerini dinleyerek yolu seyre başladım.

Santa Cruz’dan sonra Samapaita’ya gidecektim. Sonrasında da gidilmesi zor olmasına rağmen şartlarımı zorlayacağım Villagrande ve La Higuera… Kulağımda İnti İllimani ve dilimde en sevdiğim şarkısı, uykuya teslim ettim kendimi….

             En Libertad

Camino sin fronteras quisiera ser,
Quisiera ser,
Camino sin fronteras quisiera ser.
Quisiera ser,
Sin prisa ni motivo para volver
En libertad, como los pajarillos,
En libertad,
Que nadie me pregunte: “A donde vas?”
                                         İnti İllimani
                    Özgürlük

Sınırsız bir yolculukta olmak isterdim
Olmak isterdim.
Sınırsız bir yolculukta olmak isterdim.
Olmak isterdim...
Ne acelem ne de geri dönmek için bir nedenim olsun
Özgürlük ki, kuşlar gibi
Özgürlük ki
Hiç kimse bana sormasın: ''nereye gidiyorsun''?
                                    Çeviri: Gülşah Balı


Cochabamba









Tarata








6 Nisan 2011 Çarşamba

Dinozorların “ izi”nde, Neruda’nın kelimelerinde doğan, bende çoğalan Sucre…

Merhaba, 
Daha önce yazıların Odatv'de de çıktığını paylaşmıştım sizlerle. Sonrasında ise hem anlamsız bir sebepten dolayı blogların yasaklanması girdi araya hem de bir çok gazetecinin kalemlerine kelepçe vuruldu. Ben kahroldum... İki olay üst üste geldi, bilgisayarda bir yazı hapis kaldı... Hiç bir yere gidemedi.....

Bilgisayarı her açtığımda gözüme takılan, Odatv'den Barış Terkoğlu’na gönderilmeyi ve Atlasname'de yerini almayı haftalardır sabırsızlıkla bekleyen bir yazım var. Korkuyorum ben artık bu yazıdan ve onu var eden bütün harflerden. Hani neredeyse bir gün dile gelip konuşacak benimle kelimeler ya da  ekrandan firar edecekler. Onlar tarafından tehdit ediliyorum; bana kızgınlar, neymiş efendim  kendilerini kapana kısılmış gibi hissediyorlarmış. Madem ben ağır gündemden çekinerek gönderemiyorum bu yazıyı, karar vermiş harfler, kelimeler, cümleler; vuracaklarmış kendilerini yollara. Gece olup da her yer sessizliğe büründüğünde Odatv’nin ofisine kadar yollara yazacaklarmış kendi sloganlarını. Şehir bu sloganlara uyanacakmış. ”Kelimelere özgürlük”, “Gazetecilere özgürlük”, “Düşünceye özgürlük”. Sonra çalacaklarmış Odatv’nin kapısını: “Biz yollardan bahseden bir abdal seyyahın anılarıyız.” diyeceklermiş. Var mı bize de bir yer bu karamsar gündemde? Güney Amerika’nın dağlarından, ovalarından, şamanlarından haberler getirdik sizlere.

İnanın insanın eli gitmiyor bu üzücü, hatta kahredici ortamda gökyüzünde bütün haşmetiyle uçan El Condor’un yarattığı özgürlük hissini anlatmaya, buzulların çıkardığı yankıların yarattığı heyecanı yazmaya. Bir taraftan da içimde bunları paylaşmak için önüne geçemediğim bir istek var; Evo Morales’in Bolivya’sının köylerini kasabalarını, Peru’da ki İnka kalıntılarını, Brezilya’nın muhteşem insanlarını ve müziğini yazma isteği. Bu ısrarcı ve karşı konulmaz istek beni ikna etti. Gündem her ne kadar karabasan gibi üstüme gelse de gönderiyorum artık sabırsızlanan yazımı. Karamsarlıktan kurtarıyorum kendimi, biliyorum aydınlık günler yakın ve kurtaracağız kendimizi bu karanlıktan.

En son Bolivya’daki 4.090 metre yükseklikteki Potosi’den bahsetmiştim. Ağlayan Dağ ile bir buluşmam vardı orada.  Vahşi emperyalistler tarafından delik deşik edilmiş bu dağ ile uzun uzun bakışmış, sohbet etmiştik. Bu dağın madenlerinde gümüş ve altın çıkartmak için çalıştırılan kölelerin attıkları ve yıllardır dinmeyen çığlıkları dinlemekten kulaklarım sağır olmuştu.

Mimarisi her ne kadar güzel olsa da çok fazla kalamadım Potosi’de ve vurdum kendimi yollara. Bu sefer gezmek istediğim yer beyazlar içindeki Sucre’ydi. Yolculuk yapmak için özellikle gündüz saatlerini tercih ettim ki lamalarını otlatan ya da tarlalarında çalışan köylüleri, köy manzaralarını seyredebileyim. 3 saatlik pastoral bir otobüs yolcululuğu yaparak Sucre’ye ulaştım, yolunuz düşerse oralara, size de bunu yapmanızı tavsiye ederim.

Potosi’de yükseklikten dolayı nefes almak çok zordu, her 20 dakikada bir oturup nefeslenmem gerekiyordu.  Neyse ki 2800 metrelik Sucre’ye ayak basar basmaz kelimenin tam anlamıyla rahat bir nefes aldım. Bir çoğumuz La Paz’ı Bolivya’nın başkenti biliriz ama aslında Bolivya’nın anayasal başkenti Sucre. La Paz’da bakanlar kurulu bulunuyor, bu nedenle ülke La Paz’dan yönetiliyor.

Sucre İspanyolcada şeker anlamına geliyor, burası için daha güzel bir isim olamazdı herhalde. Çok güzel, şeker gibi tatlı bir şehir. “25 Mayıs” isimli yeşillikler içinde  bir meydan var şehrin ortasında. Bu meydandan tepelere doğru çıkan, birbirinin içinden geçen daracık Arnavut kaldırımlı sokaklar, avlulu ve bembeyaz kolonyal yapılar büyüleyiciydi. Bir de işin içine etrafta bolca görülen palmiyeler girince insan birazdan bir deniz manzarasıyla karşılaşacağını sanıyor. Bu yükseklikte ve denize hiç kıyısı olmayan bir ülkede hissettiğim bu tatlı yanılsamanın  sebebi her halde  Sucre’nin büyülü havasıydı.

Sömürge dönemi mimarisi çok iyi korunmuş bu şehirde de, ama Potosi’de olduğu gibi şatafatlı değil. Bu şehrin sade ve insanı rahatlatan bir havası var. UNESCO tarafından dünya miras listesine eklenmiş. Potosi’den tonlarca gümüşün çıkarıldığı dönemlerden bol bol payını almış Sucre. Sömürü düzeninin en büyük mahkemesi de burada bulunuyormuş o zamanlar. O dönemden bugüne kalan ise, 25 Mayıs Meydanı’nı dolduran - gezdiğim diğer Bolivya şehirlerinden farklı olarak- batılı görünümde giyimleriyle, gözlerinin içi gülen gençler ve koklaşan sevgililerdi.

Bir de Sucre’yi Bolivya’nın sanat şehri olarak tanımlamak gerek sanırım. Bembeyaz cumbalı evleri, kiliseleri ve parkları arasında gezinirken, kaybolduğum Arnavut kaldırımlı sokaklarda neredeyse adım başına bir resim galerisi düşüyor desem abartmış olmam.
  
Buraya kadar gelmişken dünyanın en fazla dinozor ayak izlerinin olduğu ve dinozorlar hakkında detaylı bilgilerin de anlatıldığı Cretacico Dinozor Parkı’na gitmeden olmazdı. Parka giderken bu izleri yakından göreceğimi düşlüyordum. Parkın görevlilerinden edindiğim bilgiler beni hem şaşırttı hem de üzdü. Ayak izlerini izlediğim mesafeyse tam bir hayal kırıklığıydı.

1994 yılında, bir çimento fabrikasına ait olan arazinin içinde 294 farklı dinozor türüne ait 5000 adet iz bulunur ve bu paleontolojik siteye Cal Orcko ismi verilir. 68 milyon yıl önce binlerce dinozor, o zamanlar göl kenarı olan bu alana yiyecek bulmaya gelmişler ve bu inanılmaz değerli ve önemli izleri bırakmışlar, parkı gezdiren rehberin açıklamasına göre. Cal Orcko, dünyadaki diğer örnekleri ile karşılaştırıldığında en büyük ve en çok iz taşıyan yer. İşin üzücü tarafıysa bu çimento fabrikasının aktif olarak hemen dinozor ayak izlerinin bulunduğu, devasa bir duvarı andıran tepenin olduğu bölgenin yanı başında işlerine devam ediyor olması. Her ne kadar bu duvar UNESCO’ya ait olsa da, arazi fabrikaya ait. Fabrikanın çalışmaları yüzünden birçok ayak izi parça parça dökülerek tarihten tamamen siliniyor. Malesef bu duvara uzaktan bakabiliyorsunuz, iş makineleri çalıştığı için alanı ve izlerin olduğu duvarı yakından görmek mümkün olmadı.

Sucre’de kaldığım dört gün boyunca uyanır uyanmaz ya da karnım acıkır acıkmaz kendimi şehir merkezinin çok yakınındaki Mercado Central’ya, tezgahlarının başında kadınların durduğu otantik ortama attım. Sucre’in iklimi harika, kış neredeyse yok gibiymiş ve sıcaklık yıl içinde 15 ile 25 derece arasında değişiyormuş. Hal böyle olunca bir çok tropik meyveyi bu pazarın tezgahlarında bulup yememek için gözlerinizi ve ağzınızı bağlayarak gezmeniz gerekir. Bu şeker gibi kente giderseniz, Central Mercado’da, ürünlerini satmak için getirmiş olan pazarcı kadınlarla sohbet etmeden ve bu çeşit çeşit meyvelerin sularından içmeden ayrılmayın lütfen.

Şili’nin Patogonya Bölgesi’nde Pucon isimli şehirde Alman Tanja ile tanışmış, muhabbet etmiş ve birkaç günü keyifle geçirmiştik. Aradan iki ay geçmiş olmasına rağmen bir biçimde rotamızı denk getirmeye çalışmış ve Sucre’de buluşmuştuk sonunda. Yazışmalarımızda “mutlaka pazar günü Sucre’de olup, buraya yaklaşık 3 saat uzaklıktaki Tarabuco isimli şehre gitmeliyiz.” demiştik birbirimize.
  
Bolivya yerlilerinden olan Yampara’ların Tarabuco’da kurduğu pazarı ziyaret etmek geçmişe yolculuk yapmak gibiydi. Sabah erkenden geldiğimiz pazardan bir türlü ayrılamadık ve bütün günü bu rengarenk pazarda geçirdik. Yampara köylülelerinin
  
Yaşamak zorunda bırakıldığımız düzende birbirimize ne kadar çok benzediğimizi, tek tip insanlar haline geldiğimizi, hep birbirine benzer şeyler giydiğimizi konuştuk Tanja’yla.  Oysa geleneksel kıyafetlerimizle olsaydık her bir ilmeği, dokusu, rengiyle doğanın içinden gelen bu renk cümbüşünün içinde asıl kendi kimliğimizi yansıtmış olacağımız üzerine dem vurduk. Çocukluğumu geçirdiğim köy  ve anneannem geldi aklıma, iki farklı kıyafeti vardı. Birisini sadece bayramlarda ve düğünlerde giyerdi ve o kadar güzel olurdu ki hayranlıkla seyrederdim kendisini. Geleneksel kıyafetlerimizin günlük kullanımdan kalkmasının ne kadar büyük bir kayıp olduğunu Güney Amerika gezisinde bir defa daha derinden hissettim. Çünkü burada öğrendiğim ve en çok etkilendiğim konulardan birisi de özellikle yerel halkların renkliliklerini korumuş olmaları. Onları başkalarından ayıran, samimi ve gerçek yapan bu doğallık, beni buralara kadar sürükleyen hissin yaratıcısıydı galiba…

Sucre’den ayrılma vakti gelmişti. Gezi planımda Cochabamba’ya gitmek var. Oradan da İnka kalıntılarının olduğu Samapaita. Ama en önemlisi Che Guevara’nın sömürülen Bolivya halkına özgürlük getirmek adına gittiği ama yakalandığı köy, La Higuera.

Pablo Neruda bir şiirinde Sucre için der ki ;     Yaylada yaşıyor Sucre
                                                                       dağların sarı yüzünde
                                                                        Higaldo düşer, Morelos yakalar
                                                                        sesi, bir çanın titreyişi
                                                                        dikilir toprağa ve kana.

Dağların sarı yüzünde yaşayan Sucre’nin yayla havasını soluklanırken, Higaldolar ve Moralesler’in seslerini takip etmeye çalıştım. Bu seslerin arkasında kendimi kaybetmiştim ki Tarabuco pazarında sırf tezgahındaki şifalı otlara baktığım için -otları şifalarını kaybetmesin diye- yaşlı şaman tarafından kırbaçlanarak uzaklaştırıldım. O zaman kendime geldim ve o zaman anladım ki, Higaldolar ve Moreloslar, beyaz adamlar ve beyaz kadınlardan bıkmışlardı. Tezgahlarındaki otlara bakınmalarına bile katlanamıyorlardı. Anlıyorum ve saygıyla kabulleniyorum bu durumu. Acılarını paylaşıyorum, kendilerini koruma çabalarını ise zaman zaman bana zor anlar yaşatsa da destekliyorum.


Sucre











Tarabuco











23 Ocak 2011 Pazar

Çoban, Kaybolan Laması ve Nefes Kesen Potosi

Muhteşem And Dağları’nın kah yamaçlarında kah tepelerinde, muhteşem görüntüler eşliğinde, nefesimi tutarak, her anı, her görüntüyü aklıma kazımaya çalışarak, gözlerimi kırpmadan dört açarak, çok ama çok susamış ve kana kana su içen birisinin iştahı ile yol almaya devam ediyordum. Bolivya’nın Potosi şehrine geldiğimde ise nefesimi tutmama gerek kalmadı çünkü zaten  burada nefes almak çok zordu. Potosi dünyanın en yüksek şehirlerinden biri, dört bin doksan metre yükseklikte. And Dağları’nda  çok görünen ve bu coğrafyaya özgü bir hayvan olan lamalar ise dağlarda, daha yükseklerde otlatılıyor. Bu coğrafyanın en güzel hayvanlarından biri olan lama, aynı zamanda yine bu coğrafyanın ve Avrupa’nın kaderini de etkileyecek bir olaya sebep olduğunu biliyor mudur acaba? 1545 yılında lama çobanlarından birinin başı firar eden bir lamayla belaya girer, çobana düşen bu lamayı arayıp bulmaktır. Hava kararmış ve çok soğumuştur. Isınmak için  ateş yakar çobanımız ve işte o an olanlar olur; ateşin etrafı ışıl ışıl parlamaya başlar. Çobanının şans eseri bulduğu bu ışık “Ağlayan Tepe” anlamına gelen, yerlilerin “Huakasi” dedikleri Cerro Rico Dağı’ndaki gümüşten başka bir şey değildir. O an için böylesine bir parıltının uğur getirmesi beklenebilirdi belki ama Potosi’deki bu gümüşten dağ insanlığın felaketlerinden biri olur. Kaybolan lamasını aramaya çıkan çoban nereden bilebilirdi ki bu göz kamaştıran parıltının bir felakete yol açabileceğini. Bilse belki de bu haberi yaymaz, gözü doymak bilmeyen sömürgeci güçler ve İspanyollar buraya gelmez, Potosi’nin gökleri gümüş ve altın çıkartmak için buraya getirilen ve hayatını bu madenlerde kaybeden sekiz milyon Afrikalı köle ve Amerikalı yerlinin çığlıklarıyla dolmazdı.

Zorlu bir yolculukla varabilmiştim Potosi’ye. İçimi kemiren bir sıkıntı musallat olmuştu, hem bu şehri ve insanlarını tanımak istiyordum hem de geçmişi acılarla dolu bu şehre gitmekte zorlanıyordum. Yalnız değildim gerçi, Uyuni Tuzlası’nı beraber gezdiğim yol arkadaşlarım Kanadalı Eric, Danimarkalı Morten, Brezilyalı Paulo, İngiliz David ve İşviçreli Steve ile beraber karar vermiştik buraya gelmeye. Otobüsümüz yola çıkalı daha iki saat olmuştu ki çamura saplandı. Bu arada Uyuni ile Potosi arasındaki yolun toprak yol olduğunu ve Güney Amerika’nın en fakir ülkesi olan Bolivya’daki otobüslerin durumlarının çok da iyi olmadığını belirtmekte fayda var. Artık otobüslerin bozulmasına, tamir edilirken inip sabırla beklemeye alıştım, hatta bu zoraki molaların hoşuma gittiğini bile söyleyebilirim. Bir gayretle buralılarla konuşmaya çalıştım bu molada da. Yeni öğrendiğim dilde potlar kırdım, seviyorum bu yanlışları, kıkırdayarak yanlışımı düzeltip doğrusunu öğretmeye çalışırken yolcularla aramızdaki buzlar eridi birazcık. Bolivya’nın yerlileri ile konuşurken dokunmamaya dikkat etmek gerekiyor, el sıkışmanın dışında selamlaşırken öpüşmek ya da fiziksel temas kültürlerinde yok. Çantasında sadece iki adet ekmeği olduğuna emin olduğum teyzenin, ekmeğinin birisini benimle paylaşması karşısında sarılıp öpmek geçti içimden iki uzun örgüsü ve fötr şapkası olan teyzeyi ama tuttum kendimi.

Gezi esnasında en büyük mutluluklarım buna benzer paylaşımlar oldu hep. Eziliyorum bu cömertliğin karşısında, elindekinin yarısını bölüşmesini bilen bu Amerikalı yerli teyze bir tarafta ve onun toprağını yüzyıllardır sömüren ve halkını ezenler diğer tarafta. Ne adaletsizlik bu böyle, ne zaman bitecek? Bitecek mi? Ben de kendi çantamdan mandalinaları çıkarıp ikram ettiğimdeyse teyze “mola yerinde Coca-Cola ısmarlarsın” dedi. Buyur buradan yak, verdiği cevap sizi şaşırtmış olabilir. Bütün Bolivya halkı durmadan kola içiyorlar, su içen görmedim ama elinde kola şişesi ile yolculuk yapan ya da yolda yürüyen yerlileri gördükçe çok hem de çok şaşırdım. Ne büyük bir tezatlık, sen koca Amerika’ya kafa tut ama o Amerika hiç çıkmayacak bir biçimde sızmış olsun pazarına. Ben bunları düşünürken dondurucu soğukta otobüs tamirinin bitmesini bekledik ve yeniden yola düştük.

Şehre çok az kalmıştı ki ateşe verilmiş araba tekerlekleriyle yolları kapatmış olan göstericilerin protestolarıyla karşı karşıya kaldık bu sefer. Düşmanca bakışlar firlatıyorlardı göstericiler otobüsün içine, ülkelerinde rahat hayatları olan ve hatta buralara kadar gelebilecek ekonomik özgürlüğe sahip olan bizlere. Haklıydılar, ne de olsa lama çobanının bulduğu gümüş dağından, 185 bin kilo altın ve 16 milyon kilo saf gümüş çıkartılmış, tamamı İspanya’nın Sevilla kentine taşınmıştı. Rezervler bittiğindeyse Potosi’ye kalan sefalet, açlık ve yoksulluk olmuştu; bir de buraya, bu madenleri görmeye gelen ve onlara sürekli o acıları hatırlatan bir sürü turist ve gezgin…

Yükseklikten dolayı tarım yapılamayan Potosi’de insanların hayatlarını sürdürebilmesi için ya hayvancılık yapmaları ya da Bolivya devleti tarafından kamulaştırılmış olan ve eski zenginliğini kaybetmiş Cerro Rico madeninde çok kötü şartlarda çalışmaları gerekiyor. Gösterilerin nedeni de kendileri için yeni iş imkanları doğurabilecek çimento ya da metal fabrikasına fon ayrılmasını istemeleriymiş. Evo Morales çok seviliyor ve bir kurtarıcı gözüyle bakılıyor. Yine de istekleri olduğunda yollara barikatlar kurmak ya da grevlere gitmekten çekinmiyorlar. “Değişimin gerçekleşmesi ve Bolivya’nın kalkınması çok uzun zaman alacak” diyorlar, “İsteklerimizi yeri geldiğinde Evo’ya hatırlatmak zorundayız.”diyorlar.

Barikat sebebiyle iş başa düşmüştü, daha doğrusu ayaklara; şehre yürüyerek girecektik. Dünyanın en yüksek şehri Potosi’ye 12 kiloluk sırt çantam, 3 kiloluk küçük çantamla yürümek düşüncesi hiç de hoşuma gitmemişti. Neyse ki bu fırsattan yararlanmasını bilen motorsikletli bir Bolivyalı imdadıma yetişti ve beni otobüs fiyatının nerdeyse üç katına varmış olduğumuz şehirdeki hostelin önüne kadar götürmeyi kabul etti. Yolda bıraktığım diğer arkadaşlarım ise bol bol mola vererek yürüdükleri için ancak 3 saat sonra ulaşabildiler hostele. 4.000 metrede yürümek hiç kolay değil hele bir de sırtınızda yükünüz varsa.

Potosi’nin zengin olduğu dönemleri cumbalı evlerden, görkemli kiliselerden ve saray kalıntılarından hayal etmek mümkün. İspanyol madenciler ne kadar zengin olduklarını gösterebilmek adına kenti baştan yaratmışlar. Her gün madenlerde onlarca insan ölürken, ortaya çıkan İspanyol azınlık çok şatafatlı günler geçirmişler burada, ta ki 18. yüzyılın başında rezervler tükeninceye kadar.   Gelmişler, rahat ve şaşalı günler geçirmişler, milyonlarca insanı madenlerde boğmuşlar ve sonra buraya üzüntü, gözyaşı ve fakirlik bırakıp bütün zenginliklerini ülkelerine taşımışlar. İçim büyük bir hınçla doldu burada, aklım almıyor bu haksızlıkları. Potosi, UNESCO tarafndan Dünya Miras Listesi’ne alınmş. İspanyol madencilerin yaptıkları binalar şatafatlı olmasının yanı sıra taş işçiliği bakımından da göz kamaştırıcı ama nedense benim gözlerimi kamaştırmak yerine içimi hüzünle karışık bir öfkeyle doldurdular.

Potosi’nin turist-gezgin güzergahı olmasının nedeni hem dünyanın en yüksek şehri olması hem de her tarafı delik deşik edilmiş olan bu şehrin madenlerine inilmesini sağlayan turistik atraksiyon. Şehrin her tarafını kaplayan birçok acente bu madenlere tur düzenliyorlar. Arkadaşlarımın ısrarı üzerine ben de yazıldım böyle bir tura içim sıkıla sıkıla, istemeye istemeye. Sabah erken saatlerde geldiğimdeyse Ağlayan Tepe’nin karşısına, inemedim maalesef madene. Madene inmeden önce hayatımın en garip hediyelerinden almam tavsiye edildi. Dinamit, patlatmalarda kullanmaları için ufak bir katkı; alkol, madenin efendisi olduğuna inandıkları ve tünellerden birine yaptıkları Tio ismindeki bir heykele sunulmak üzere; koka yaprağı ise çalışırken açlığı hissettirmeyen, yerlilerin yaşantısının vazgeçilmez bağımlılığı. Yanımdan geçen her madencinin yanağı şişmiş durumda, yanakla diş arasına sıkıştırılan koka yaprakları hem açlığı bastırıyor hem de yorgunluk hissini ortadan kaldırıyor. Sosyal güvenceleri yok bu madencilerin ve her gün on saat çalışıyorlar. Tüylerim ürperdi, midem bulandı, gözlerim doldu ve almış olduğum bu garip hediyeler elimde kalakaldı. Nasıl inecektim ki aralarında yaşları 13-14’ü geçmeyen çocukların bile olduğu ve madene girdikten sonra 10 yıl gibi bir ömür biçilen bu insanların yanına sanki hayvanat bahçesine girer gibi. Oturdum ve düşüncelere daldım, “Cerro Rico - Zengin Dağ” a yerlilerin “Huakasi -Ağlayan Tepe” demelerinin nedenini iliklerime kadar hissettim.

Görkemli yapıların önünden geçen, pançoları eski püskü olmuş ve avurtları çökmüş yaşlı amcalar ya da saçlarını ortadan ikiye ayırarak ören, fötr şapkası takan ve kendilerini çok şişman gösteren rengarenk etekler giyen kadınlar çok  soğuk davranırlar burada dışarıdan olanlara. “Yerliler kendi zenginliklerinin gazabına uğradılar. Aslında Latin Amerika’nın acıklı tarihinin en kısa özeti budur.” diyen Eduardo Galeano’nun sözlerinin doğruluğunu Amerikalı yerlilerin gözlerinden okumak, birebir o acıların yaşandığı şehirlerden birinde bulunmak çok zor geldi bana.

Potosi’ye veda ettim ve rotamı Bolivya’nın beyaz şehrine, güzeller güzeli Sucre’ye çevirdim. 

Potosi