“Yolun bir gizemi olduğu kesin, bu konuda artık en ufak bir tereddütüm yok. Yolun bende bu kadar heyecan uyandırmasının ve her defasında davetini kabul etmemin nedeni bu olsa gerek. Yol, ayrılmayı asla düşünemediğim ya da “Terk ederse ne yaparım?” diye korktuğum bir sevgili sanki. Artık ipler benim elimde değil, bu yolculuğu yapan ben miyim yoksa yolun kendisi mi o da belli değil. Bir süredir aynaya baktığımda farklı bir kadın var sanki karşımda, sanki yolun görünmez ajanları ele geçirdiler beni ve mimiklerimin bile hakimi onlar artık. Ayaklarım bir farklı atıyor adımlarını, gözlerim bir farklı bakıyor etrafa, işte bu duyguyu tanımlamak çok güç.”
Bolivya’da beyazlar içindeki Sucre’den ayrılıp Cochabamba’ya doğru hareket eden otobüste defterime aldığım notlarda bunlar yazılıydı. Gecenin geç bir saati Cochabamba’ya varmanın benim için bir tehlikesi yoktu. Bir yolunu bulup hostele gideceğimden ve başıma bir bela gelmeyeceğinden -nedenini tam olarak ben de bilmiyorum- emindim. Belki de bunun nedeni biraz önce bahsettiğim hislerdi belki de “yol’u” görünmez bir arkadaş olarak kabul etmem ve gerektiğinde ipleri onun eline vermemdi. Belki de hatta kuvvetle muhtemel planlı ve programlılığını yanında taşıyan bu kadının, gezinin altıncı ayında artık çantasına çok ağır gelen plan ve programları da bir kenara atmış olmasından kaynaklanan hafifleme hissinin yarattığı bir illüzyondu buna sebep olan.
Çok kalmayacaktım Cochabamba’da, planı bozacaktım. Güney Amerika kıtasına gelmeden önce planlarımın arasında Bolivya’ya gelmek vardı ama Che Guevara’nın bütün Latin Amerika’yı kapsayacak bir gerilla hareketi başlatmak için seçtiği en ücra köşeye gitmek yoktu. Ben kendimce bir rota çizmiştim, hazır olan rotanın yanında ise başka bir gezginden duyularak yazılmış soru işaretli birkaç dağ köyü ismi vardı; Samapaita, Vallegrande, La Higuera ve özgürlük savaşçısının ismi Che. İşte karşı koyamadığım bu soru işaretli kısım not defterimden bana göz kırpıyordu, kiminle işbirliği yaptığını gayet iyi biliyordum ama itaat etmekte sakınca görmüyordum.
Cochabamba’nın tenha ve çok da iç açıcı olmayan otobüs terminaline geldiğimde saat sabah üçtü. Böyle durumlarda güvenli olmadığı için tek başıma taksi tutamayacağımdan sabaha kadar çantama sarılarak geçirdiğim dakikalar çoktur. Bu sefer şansımın yaver gittiği zamanlardandı ve benimle birlikte otobüsten inen başka bir gezgin daha vardı. Beraber taksi tuttuk ve otobüs terminali kadar izbe bir hostelde aldık soluğu. Bu kıtada başımı sokacak bir çatı bulmak yetiyor da artıyor bile bana, konfor nasıl bir şeydi unuttum zaten. Bir de her ne kadar ayaklarım yerden kesilmiş olsa da, Güney Amerika burası, tatlı bir hayaldeyim ama mücadeleyi de hiçbir zaman bırakmamak gerektiğini unutmuyorum. Bazen güvenlik söz konusu olunca gözümü dört açıyorum, maceranın yaratacağı adrenaline sırt çeviriyorum.
Cochabamba, Bolivya'nın büyük ve kolonyal şehirlerinden biri. İnternet ortamında üyesi olduğum gezginler sitesi “couch surfing” den, buraya gelmeden tanıştığım ve beni bekleyen İstanbul hayranı doktor Lizzie ile buluştuk sabah. Hırsızlık olaylarına karşı uyardı beni, yakın zamanda kulağındaki küpeleri çaldırmış Lizzie, anlatırken gözlerine hala korku hakim. Sağımıza solumuza baktıktan sonra çıkarabildim makinemi ve birkaç kare fotoğraf çekebildim. Büyük bir misafirperverlikle gezdirdi şehri, sorularımı cevapladı ve anlattı.
And Dağları’ndaki Chapare isimli bölge, koka bitkisinin yetişebilmesi için gerekli iklim özelliklerine, yüksekliğe sahip ve Cochabamba da bu bölgede yer alıyor. Yanak ve diş arasına sıkıştırarak emilen koka yaprağı kullanımı oldukça yaygın ve ekimi serbest. Koka yaprağı, yüzyıllar boyunca uyarıcı etkisi nedeniyle açlık, yorgunluk ve dağlık yerlerde yüksek rakımdan doğan rahatsızlıklarla baş etmekte kullanılan bir bitki. Buraya kadar evimizde demleyerek içtiğimiz ıhlamur çayı kadar masum olan koka bitkisi, beyaz adamın eline geçtikten sonra kokain olarak dönüyor pazara. Merkezden biraz uzaklaştıktan sonra tamamen fakirliğin hakim olduğu şehirde, gözden kaçması imkansız olan çokça gördüğüm lüks arabaların ve jiplerin nereden geldiğinin açıklaması burda yatıyor. Lizzie bana “mantar ev” dedikleri, birden bitiveren lüks binaları gösterip, bunların sahiplerinin de koka tacirleri olduğunu anlattı.
1961 yılında uyuşturucu sınıfına sokularak yasaklanan koka yaprağının yasak listesinden çıkarılmasını isteyen eski bir koka çiftçisi olan Evo Morales, koka yaprağının And bölgesi halklarının kültürel kimliği olduğunu ve bu kimliği savunmak zorunda olduğunu dile getiriyor. Yönetime geldiği günden beri de koka yaprağını kaçakçılardan kurtarıp halka gelir kapısı yapmaya çalışan kızılderili başkan, elit tabakanın yönetimde görmekten hoşlanmadığı “şapkalılardan”. Saygı duymamak elde değil, “Koka bir And geleneği, kokain ise batı alışkanlığıdır. Sorun tüketim ucundan çözülmeli, özneyi değil nesneyi hedef almak lazım” diyebilecek kadar da cesur bir başkan.
Lizzie ile akşam buluşmak üzere ayrıldık. Bir saat uzaklıktaki güzeller güzeli Tarata’ya gittim. Ağaçlarla çevrelenmiş meydanında oturdum, derin bir nefes aldım, kuş cıvıltılarını dinledim ve gündelik işlerini yapan Tarata halkının sakinliğini çektim içime. Cochabamba’nın üzerimde yarattığı tedirginliği burada toprağa gömdüm. 18. yüzyılda inşa edilmiş evlerin inceliklerinde kayboldum, eski kilisesinin taş işçiliğine vuruldum. Büyük ve kaotik şehrin koşuşturmasından zamanın durduğu buraya kaçmak çok iyi geldi. Etrafta dolandım, korkusuzca fotoğraf makinemi çıkarıp fotoğraf çektim. Sakin sakin işlerini yapanları ve parkta ya da sokak aralarında gönüllerince oynayan, koşuşturan çocukları seyrettim.
Lizzie ile buluştuğumuzda ısrarlarına dayanamayıp hem şehre kuşbakışı bakmaya hem de şehri kanatları altına almış ve birçok noktadan görülebilen devasa İsa heykelini görmeye gittik. Heykele çıkan merdivenleri –hikayelerini dinlediğim, soyulan insanlar kervanına katılmamak için- kullanmadık. Taksi tuttuk ve bizi beklemesini rica ettik. Asya kıtasında gezdiğim ülkelerde gördüğüm dev Buda heykellerini hatırlattı bana İsa heykeli. Daha büyük olduklarında daha etkili olduklarına mı inanılıyor acaba? Ya da biz faniler heykelin boyutu büyüdükçe daha mı çok inanıyoruz onların varlığına ve gerçekliğine? Bilmiyorum ama beni hiç etkilemiyor, çirkin buluyorum bu heykelleri, üzerimdeyse ‘haşmetinden eziliyorum’ hissi hiç yaratmıyor. Anı fotoğrafı çektirmek için kaçınılmaz bir nokta o kadar.
Cochabamba, ulusal bir park olan Parque Machia’ya ve bu parkın içindeki iki köye -çok güzel olduğunu duyduğum, fotoğraflarını gördüğüm, koka bitkisi tarlalarını görebileceğiniz- yakınlıkta ve güzel bir şehir ama tehlikeli. Bu parka ve köylere gidemedim, yanımda bir yoldaş yoktu, aramam ve beklemem gerekiyordu ama koşulları zorlamadım. Lizzie’nin son sürprizi beni buradaki bir Türk restoranına götürmek oldu, Mustafa ile tanıştım burada. İmambayıldı hazırlıkları yaparken yakaladık onu, ikimiz de şaşırdık bu duruma. Ben burada bir Türk’ün girişimciliğine hayran kaldım, O da “Senin burada ne işin var?” diye sormadan edemedi.
Cochabamba’da bir Türk restoranı ve üstelik yemekleri yapan da bir Türk, çok hoşuma gitti. Lizzie, Mustafa ve Cochabamba’yla vedalaşıp Santa Cruz’a gitmek için terminale koştum. Lizzie’yle biletimi daha önce almıştık, on saatlik bir otobüs yolculuğu beni bekliyordu. Adaptörlerin, kalemlerin, yanımdan ayırmadığım ve çalıştığım fotoğrafçılık kitabımın; şampuan, sabun, tarak gibi temizlik malzemelerinin bulunduğu sırt çantamın iki yan cebinin boşaltıldığını çantayı otobüse verirken fark ettim. Cochabamba’dan ben de nasibimi almıştım. Hoşuma gidense eski beni öfkeden delirtecek bu olayın yüzümde -Türkçe yazılmış, çok az resim olan kitaba anlamsız anlamsız bakacak hırsızın gözleri aklıma geldikçe- keyifli bir gülümseme yaratmasıydı. Yol galiba böyle olumsuz olaylara bakışımı da değiştiriyor, beni kendi diliyle eğitiyordu.
Brezilya sınırındaki Santa Cruz’a doğru yol almaya başladı otobüsüm. Bolivya’da yolcular otobüse kat kat battaniyelerle biniyorlar. Isıtma sistemi olmayan bu otobüslerde özellikle geceleri And Dağları’nın dolambaçlı yollarında ilerlerken keyifli bir yolculuk soğuk yüzünden işkenceye dönüşebilir. Ben de uyku tulumuma sıkı sıkı sarıldım, Andlara en çok yakıştırdığım grup İnti İllimani’nin müziklerini dinleyerek yolu seyre başladım.
Santa Cruz’dan sonra Samapaita’ya gidecektim. Sonrasında da gidilmesi zor olmasına rağmen şartlarımı zorlayacağım Villagrande ve La Higuera… Kulağımda İnti İllimani ve dilimde en sevdiğim şarkısı, uykuya teslim ettim kendimi….
En Libertad Camino sin fronteras quisiera ser, Quisiera ser, Camino sin fronteras quisiera ser. Quisiera ser, Sin prisa ni motivo para volver En libertad, como los pajarillos, En libertad, Que nadie me pregunte: “A donde vas?” İnti İllimani | Özgürlük Sınırsız bir yolculukta olmak isterdim Olmak isterdim. Sınırsız bir yolculukta olmak isterdim. Olmak isterdim... Ne acelem ne de geri dönmek için bir nedenim olsun Özgürlük ki, kuşlar gibi Özgürlük ki Hiç kimse bana sormasın: ''nereye gidiyorsun''? Çeviri: Gülşah Balı |