17 Mayıs 2010 Pazartesi

Endişe, Korku, Sevinç, Doğa, Mavi, Aşk


Arjantin’e epey alışmaya başladım, her ne kadar Şili’yi özlesem de, Şili’yi yeni yeni gezmeye başladığımda da Kolombiya’yı özlüyordum; burası da yavaş yavaş beni kendisine bağlamaya başladı, sonra buradan ayrılırken de üzüleceğim, şimdiden hissediyorum.Zaten Patagonya’ya bildiğiniz gibi kalbimi kaptırdım, eşi benzeri yok bence bu bölgenin ama gelecek olanlar tedarikli olsunlar, fiyatlar yüksek burada; hem Arjantin hem de Şili Patagonya’sında durum aynı.

Ushuaia’dan sonra gitmeyi düşündüğüm yer olan El Calafate’nin otobüs ücretlerinin yüksekliğinden yakındığımda, hostelde çalışanlardan birisi bana otostop yapmamı önerdi ve otostopla seyahat eden birkaç kişi ile tanıştırdı beni. Kimseyi özendirip sorumluluk almak istemem, başka birisinin arabasına binmek tehlikeli ama Patagonya Bölgesi’nde normal karşılanan bir eylemmiş bu. Hostelde kalan ve Ushuaia’yı gezmeye gelen arkadaş grubundan akşam beraber yemek için davet almıştım, sohbet esnasında gideceğim yeri ve nasıl gideceğimi söylediğimde, gruptaki bayanların gösterdiği tepki üzerine de sabah otostopla gitmeye karar verdiğim yere otobüsle gitmeye karar verdim. Daha önce Şili’de, Puerto Natales’te markette tanışıp, gece de bir araya geldiğimiz 7 kişilik Türk grubu hatırlarsınız; gruptan Engin’le rotalarımız uyuştuğu için buluşmayı planlamıştık, hatta onun “couch surfing” sayesinde bulduğu evde kalan başka birisi ile Ushuaia’da karşılaşmış, evinde kaldığı kişinin adını almış ve aynı kişiye bende istek göndermiştim. Engin’e sürpriz yapmayı planlıyordum.

Bir servet ödeyerek satın aldığım biletle otobüsüme bindim ve ilk molada da doğal olarak, biraz yürüdüm ve sonra da tuvalete gittim. Döndüğümde ise otobüs beni bırakarak gitmişti, yok olmuştu, deli gibi arandım ama mola yerindeki tek otobüs oydu zaten. Şimdi daha önce bahsettiğim saatlerce araç geçmeyen yolları hatırlayın. Bir de o uçsuz bucaksız çayırların, kervan geçmeyen yerlerinden birinde restoran gibi bir yer hayal edin, bol rüzgarlı tabii…. Hemen kırık İspanyolcam, titreyen dizlerim ve akmaması için çaba sarf ettiğim göz yaşımla birlikte yetkili birini bulmaya çalıştım, o yetkili kimse otobüs şoförünün arkadaşı olduğunu söyledi ve hemen telefonla aradı ama maalesef şoför arkadaş cevap vermedi. Bir sonraki gelecek otobüs ise 2 saat sonra idi, ona binip El Calafate’ye gidebileceğimi söyledi. Ufak gibi gözüken ama benim canımı çok sıkan konu ise otobüste kalan sırt çantama ne olacağı konusu idi. Büyük bir ihtimalle El Calafate’de herkes çantasını alacak ve benim çantam öylece yerde bir süre sahibini bekledikten sonra başkası tarafından evlat edilenecekti; kafamdaki senaryo buydu. Oldukça can sıkıcı bir durum ve iş başa düşmüştü, Ruta 40 denilen, buralarda pek meşhur olan yola çıkıp gece; bu iş yapmaya gönlü olmayan baş parmağımla birlikte otostop yapmaya başladım, artık bir hedefim vardı, çantama kavuşmalıydım yoksa durum kötü olacaktı. İyi ki o kadar para ödeyip otobüsle gitmeye karar vermiştim, olacak şey değildi ama ne yapalım oldu işte…

Rüzgar, gece, soğuk, yolun bomboş olması, açlık, korku hepsi birbirine karışmıştı. Yaklaşık 40 dakika sonra bir araba durdu, hemen ilk iş arabanın içini kontrol ettim. Yaşasın arabayı bir bayan kullanıyordu, arkada ise uyuyan bir çocuk ve yanında da başka bir hatun kişi daha vardı. Durumu anlattım, çok şanslıydım ki onlar da El Calafate’ye gidiyorlardı. Hemen atla dediler, donuyordum, elim, yüzüm kıpkırmızı idi, çünkü montum da sırt çantamdaydı, öyle ince bir gömlekle kalakalmıştım. İlk iş olarak mate ikram ettiler, arkasından kurabiye, sonra da buraların erik kadar büyük olan lezzetli üzümlerinden. Üstüne üstlük arkada oturan hatun kişi bir grupta şarkı söylüyormuş ve şarkılar mırıldanırken, arabayı kullanan kuzeni beni bir yandan rahatlatmaya çalışıyor, bir yandan da benim misyonu devralmış arabanın hızını epey artırmış ve “merak etme senin çantayı muavin indirmeden yakalayacağım” diyordu. 5 saatlik yolculuktan sonra tam El Calafate’ye girilen noktada, polis kontrollerinin yapıldığı yerde otobüsü yakaladık, ne kadar sevindiğimi anlatamam. Terminale kadar takip ettik otobüsü, çünkü beni rahatlatırken bu iki cabbar Arjantinli hatun, şoföre ve muavine oldukça sinirlenmiş ve biraz bağırıp çağırmak istiyorlardı….. Ohhh benim de tam arayıp bulamadığım, “nasıl olurda saymazsınız yolcuları, bu insanlar evlerinden uzaktalar, yolda tek başına otostop yaparken bulduk zavallıyı” gibi şeyleri söyleyerek, hırpaladılar muavini. Muavinin hali ise bu hatunların normal karşıladığım Latin cabbarlığı kadar Latin erkeklerine özgü vurdumduymazlık ile karışık bir rahatlık idi. “Yaa ama bir şey olmadı işte, olmaz zaten, ne güzel bak siz almışsınız.”

Çantamı aldıktan sonra önce evlerine gittik, arabada uyuyan minik prenses uyanmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyor, benim kırık İspanyolca onu kikir kikir güldürüyordu. Güzel bir yemek yedik ve sonra Engin’in kaldığı eve gitmek için saat geç olduğundan dolayı ve evde misafir yatıracak yatakları da olmadığı için utana sıkıla beni bir hostele bıraktılar. Diyorum size beni gezi perileri gözetliyorlar ve koruyorlar. Bu olayı da kazasız belasız atlattım.

Ertesi gün Engin’in kaldığı eve gittim; flamingo, siyah boyunlu kuğu ve daha bir çok kuşun yaşadığı Nimez Gölü manzarası olan ev şehirden uzaktı, sadece rüzgarın sesinin duyulduğu bir cennette kalıyordu Engin. Ev sahibesi, kendi evinin arkasındaki iki odalık kulübeyi couch surferlar için ayırmıştı ve Fransız Jeremy, Engin ve ben 3 kişi paylaştık bu minik kulubeyi. Önce biraz muhabbet ettik, planlardan konuştuk, yemek yapıp karnımızı doyurduktan sonra ben büyük bir heyecanla beklediğim Perito Moreno Buzulu’na gitmek için yola düştüm, Jeremy de katıldı bana. Terminale kadar gidip otobüsle gitmek yerine otostopla gitmeye karar verdik, Perito Moreno bulunduğumuz yere çok yakındı ama otobüs ücreti burası için de gereğinden fazla idi. Neyse yola çıktığımızda 3. araba daha doğrusu minibüs durdu. Bu sefer içeride büyük bir aile vardı, sepet dolusu meyve, hazırlanmış kekler ve börekler ve tabii ki mate. Yeri gelmişken “mate”den bahsedeyim çünkü geldiğim günden beri mutlaka her gün bir kaç kere içiyorum. Biz nasıl ince belli bardakta çay içiyorsak, Arjantinliler’in de bağımlılık derecesinde içtikleri çayın adı mate. Özel olarak yapılmış mate kaplarında ve “bambilla” denilen pipetten içiliyor bu çay. Devamlı sıcak su eklendiği için de bir elde mate taşırken koltuk altında da sıcak su için termos taşıyorlar. Etrafta kim varsa önce diğer insanlara ikram ediliyor ve daha sonra matenin sahibi çayını yudumluyor.

Neyse hikayeye döneyim, muhabbet ve ikramlarla geçen yolculuk Perito Moreno’nun muhteşem güzelliği ile bizi yolda karşılamasıyla daha da güzelleşti. 35 km uzunluğunda, 5 km genişliğinde ve 60 metre yüksekliğindeki bu masmavi devin kesinlikle hipnoz edici etkisi var ve ilk andan itibaren farkına varmadan esir alıyor.Artık kendimizi buzulun eline bırakmıştık, yağmur ve soğuk bile etkilemiyordu bizi ve ayrılmak çok zordu buradan. Hareket eden buzulun gökgürültüsüne benzer sesini dinliyorduk, gözlrimiz faltaşı gibi açılmıştı, buzuldan büyük bir ihtişamla ve sanki yavaş çekimdeymiş gibi düşen parçaları seyrediyorduk, farklı açılardan buzulu seyretmek için yapılan platfomlar üzerinde yürüdükçe, doğanın bu şaheseri karşısında hürmetle eğiliyor ve bir türlü ayrılamıyorduk. Mavi rengi hep sevmişimdir, burada ise mavi şekilden şekile giriyor, biz platformda yürüdükçe ve farklı açılardan seyredince, buzul bir koyu lacivert oluyor, daha sonra gece mavisine dönüyor, açık mavi oluyor bir süre, turkuaz mavisi derken kendine bağlıyordu iyice. İnanılmaz güzel ve görkemli bu manzara ayrılmayı zorlaştırıyordu.

Kapanma saati yaklaşırken, geldiğimiz ailenin de ayrılmaya hazırlandıklarını görünce gidip bizi şehre götürüp götüremeyeceklerini sorduk, tabii ki cevap evet idi, aynen gelirken olduğu gibi dönerken de mate çayı yanında kek ve bol bol sohbet ile geri döndük şehre. Birkaç gün sonra ise Engin’le birlikte El Chalten’e gitmek üzere çıktık Ruta 40’a. 2 kişiydik ve Türk’tük yani bize bir şey olmazdı, oraya kadar otostop yapacaktık!!!



El Calafate ve Nimez Gölü





Perito Moreno Buzulu







Ruta 40




28 Nisan 2010 Çarşamba

Dünyanın Bir Ucu Patagonya


Patagonya’da olmaktan ve bu vahşi doğayı tanıma şansına erişmiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Gözlerim bayram ediyor bu doğal şölen karşısında. Bembeyaz bulut kümelerinin dans ettiği masmavi gök kubbe, rüzgarın esiş yönüne doğru şekillenmiş olan ağaç kümeleri, çitlerle çevrilmiş hiç ağaç olmayan kocaman araziler ve bu arazilerde otlayan yüzlerce büyük ve küçük baş hayvanlar, bu arazilerin ortasına kondurulmuş bacası tüten birbirinden çok ama çok uzak evler, at üzerinde botları ve şapkaları ile bu hayvanları güden insanlar, kilometrelerce süren uzun yollar, saatlerce yol alıyor olmamıza rağmen ancak birkaç aracın karşı yönden gelmesi, uzunca süre sadece boşlukta kayıyormuş izlenimi veren yanından geçtiğimiz turkuaz, cam mavisi ve gökyüzü ile birleşen göller, önce kırmızıya, sonra turuncuya, sonra da bu haliyle hayranı olduğum pembeye dönen devasal insanı yutan, içinde kaybolunan gökyüzü.

Yol kenarlarında çitlerin üstlerine tünemiş ve tek tük geçen araçları seyreden, isimlerini bilmediğim, göz göze geldiğimde bana bir filmde oynuyormuşum çelişkisi yarattıran çeşit çeşit kuşlar, vahşi deve kuşları, guanokolar. Ne kadar yazarsam yazayım yeterli olmayacak bu toprakları anlatmaya. Hep eksik kalacak, çektiğim fotoğraflarla desteklemeye çalışacağım.

Puerto Natales’le vedalaştıktan sonra hedefim Arjantin’in Ushuaia kenti idi. Hem Ushuaia’yı tanımak hem de Şili’nin ziyaret etmek istediğim son yerleşim yeri, aynı zamanda "End of the World" denilen en güney uç olan Puerto Williams’a gitmek istiyordum. Ushuaia, Arjantin’e bağlı bir şehir ama eğer Şili’ye bağlı olan Puerto Williams’a uçakla gitmiyorsanız, ulaşım ancak Ushuaia’dan, Beagle Kanal’ından botlarla sağlanabiliniyor; daha önce ki yazılarımda da değindiğim gibi doğa, Patagonya’da kendi kurallarını koyuyor ve Patagonya’da seyahat ederken bu iki ülke arasında giriş çıkış yapmak durumunda kalıyorsunuz. O yüzden şu anda pasaport sayfalarım Arjantin ve Şili giriş çıkışları ile dolmuş durumda neredeyse.

Bindiğim otobüste yerli halktan çok turist vardı, sezon dışı olmasına rağmen Patagonya bir çok gezgine ev sahipliği yapıyordu. Ben de bu gezginlerden birisinin yanına oturdum, Polonya’dan Kryzstof’un. Aramızda hemen ilk kez tanışan gezginlerin yaptığı muhabbet geçti. “Nerelisin? Ne kadar zamandır seyahat ediyorsun? Nelere gittin? Nerelere gitmeyi planlıyorsun?”, ve öldürücü soru “Kaç yaşındasın?”. Neyse son sorunun bende yarattığı etki üzerinde durmayıp, konumuza geri döneceğim.Kryzstof’un bir yıllık “Around the World” uçak bileti var, yani belli noktalara uçup hemen hemen bütün kıtalardan seçilmiş bazı ülkelere seyahat edilmesini sağlayan ekonomik uçak bileti. Tam olarak ayrıntılarını bilmiyorum ama bu biletle seyahat eden bir sürü gezgin var. Kryzstof’un da bir sonraki gitmek istediği yer Puerto Williams’tı ve birlikte gitmeye karar verdik. Tek sorunumuz çok pahalı bulduğumuz turistik teknelerle gitmek istemiyorduk, ikimizde alternatif gidiş yolu olduğunu öğrenmiştik ve amacımız bunu deneyip gerçekleştirmekti. Sohbetimiz devam ederken sınır kapısından geçtik, pasaportlarımıza Şili çıkış damgalarını alıp, Arjantin’e giriş yaptık. Hem sohbet ediyorduk hem de bu kıtanın en büyük adası olan “Tierra Del Fuego”nun yani “Ateş Toprakları”nın bize sunduğu manzaradan gözlerimizi alamıyorduk. Sürekli olarak söz yarım kalıyor ve gözlerimiz dışarıya dalıp gidiyordu. Bu adada, hem Şili’nin hem de Arjantin’in toprakları var. İlk defa beyaz adamlar buraya geldiklerinde, bu dondurucu soğukta neredeyse çıplak olan halkı görünce çok şaşırmışlar, Ateş Toprakları demelerinin sebebi ise herkesin ısınmak için ateş taşıyor olmalarıymış. Hatta balığa çıktıkları kanolarında bile önlerinde ateş olurmuş. Buraya uyabilecek başka bir isim düşünemiyorum; Ateş Toprakları, Tierra Del Fuego, çok şiirsel….

Bir süre sonra ikimizde sadece pencereden dışarıyı seyretmeye başlıyoruz, yapraksız bembeyaz gövdeli ağaçlar, Patagonya’nın gerçek patronu olan rüzgarla iş birliği yapmış ve esiş yönüne doğru şekillenmişler, hatta bazıları tamamen boyun eğmiş ve köklerinden vazgeçerek bırakmışlar rüzgarın eline kendilerini ve köksüz bir biçimde yatıvermişler yerlere. Ağaç mezarlığı diyesim gelmiyor içimden ama, bu yapraksız ve köklerinden vazgeçmiş ağaç kümelerini nasıl isimlendirmem gerektiğini de bilmiyorum. Gökyüzü ise bambaşka bir kavram, tam gün batımına denk gelmiştik ve bu beyaz gövdeli ağaçların üzerinde kırmızıdan pembeye dönen ve rüzgarın etkisi ile çok hızlı hareket eden bembeyaz bulut kümeleri ile dans eden koskocaman bir gökyüzü. Günlerce bu şöleni seyrederek yolculuk yapabilirdim ama maalesef yol bitti ve Ushuaia’ya ulaştık. En ucuz hosteli bulup yerleştik, ilk işimiz uzun yolculuk sonrası kurt gibi acıkmış olan midelerimizi bir restoranta gidip hep methini duyduğumuz, Arjantin bifteği ve şarabı ile doyurmak oldu. Ertesi gün ise daha şehri bile gezmeden limana gittik, bir sürü demir atmış tekne vardı. Plan belli idi, Puerto Williams’a giden bir tekne bulmak ve bizi götürmeleri konusunda kaptanı ikna etmekti. Fransız kaptanlar buradan Antartika’ya ve Cape Horn’a yolcu taşıyorlar, hayatlarını bu işi yaparak kazanıyorlar. Bir de tabii şanslı doğup, istediği yerde yaşama ekonomik özgürlüğüne sahip olup da denizde, teknede yaşamayı tercih edenler var. Hayatı deniz üzerinde geçen, evleri tekne olan bir çok Avrupalı ile tanıştık burada, daha çok Hollandalı ve Fransız. Konuşmalar sonrası bize ertesi gün Puerto Williams’a gidecek olan bir çiftten bahsettiler, biz de başladık onların botunun önünde nöbet tutmaya, bizden kaçış yoktu. Çift geldiğinde, ikimiz de bütün sevimliliğimizi takınarak denize doğru otostop işareti yapıp anlattık derdimizi. En yakın yabancı liman olan Puerto Williams’a gitmek zorundaydı bu çift, Arjantin’e yeniden giriş yapıp, 90 günlük yeni vize alacaklardı. Bizi gerçekten de çok sembolik bir meblağ karşısında götürmeyi kabul ettiler, ertesi gün yola çıkacaktık. Beklediğimizden daha kolay olmuştu bu iş, sabah pasaportlarımızla birlikte Arjantin’deki 2.günümde, ülkeden ayrılabilmek için çıkış damgası aldım kaptanla birlikte ve daha sonra hep beraber güzeller güzeli teknelerine gittik. Hummalı bir çalışma başladı sonrasında, biz elimizden geldiğince ayak altında olmamaya çalışıyorduk, yapacak ne kadar çok şey vardı. Bu teknede yaşama işi keyifli olduğu kadar zor bir iş aynı zamanda. Hele bir de yaşanılan sular Patagonya’nın soğuk havasında Pasifik’in buz gibi suları ise. Benim hostelde hazırladığım sandviçler, onların bize ikram ettiği kahve ve kek eşliğinde Beagle Kanal’ında oldukça güzel 5 saatlik bir yolculuk yaptık. Hava şansımıza çok güzeldi ve hatta bir ara güneş bile çıktı. Üstüne üstlük kaptan bize kıyak çekip, deniz aslanlarının yaşadığı küçücük bir adanın yakınlarına kadar götürdü ve adanın etrafında tur attı, birbirleriyle cilveleşen deniz aslanlarının seslerini dinleyerek, dişiler için savaşan erkekleri seyrettik. Ne kadar sanşlıyım diye geçirip durdum içimden, bunlara tanık olabilmek; hep iyi ki bu geziyi yapıyorum diyerek mutlu mutlu geziyorum.

Saat öğlen 5 gibi Puerto Williams’a vardık, pasaportlarımıza giriş damgası alabilmek için sahil güvenliğin gelmesini bekledik teknede, onların hummalı ve baş döndüren tekne demir atma işleri seyrettik. Giriş damgalarımızı ve vizelerimiz aldıktan sonra ada nüfusunun çoğunluğu askeriye ait deniz kuvvetlerinin oluşturduğu Puerto Williams’da hostel aramaya başladık. Sokakta oynayan çocuklar bizi bildikleri bir hostele götürebileceklerini söylediler, biz de kabul ettik. İnanılmaz güzel deniz manzarası ve kocaman sobası olan, sahibi ile hiç tanışamadığımız hostele gittiğimizde bizden mutlu kimse yoktu. Hostelde 20 gündür kalan Fransız bir çift karşıladı bizi, fiyatı oldukça uygundu, her şey çok iyi gidiyordu, en azından şimdilik. Hemen eşyalarımız bırakarak yürüyüşe çıktık, sessiz sakin bir adaydı burası, çok az araba vardı, olanlarda çoğunlukla orduya ait olan araçlardı. Marketten alışveriş yapıp hostele döndük, ben yemek yapmaya gönüllü oldum, Kryzstof ise sobayı yakmaya. Tam içerisi ısınmış biz de yemek yemeye başlamıştık ki, Fransız çift inanılmaz sarhoş bir biçimde geri geldiler. Buraya kadar her şey normal ama yarım saat kadar yüksek bir sesle şarkı söylemeleri üzerine ben biraz yavaş olmalarını rica ettim, yani bulunduğumuz ortamla hiç uymayan bir durum vardı ortada ve zaten yarım saat dinleyerek sabır sınırlarımı zorlamıştım. Erkek olanı bu duruma çok bozuldu ve “burası erkeklerin evi, şimdi gidiyorum, döndüğümde ise sizi görmek istemiyorum dedi.” Saat gece 11.00’e geliyordu ve burası öyle bir sürü hostelin olduğu bir yer değildi. Sıcacık sobayı ve hazırladığımız yemeği orada bırakarak, kalacak yeni bir yer bulduk. Her şey her zaman süper gitmiyor gördüğünüz üzere, hiç beklenmeyen bir zamanda böyle uygunsuz bir durumda da kalabiliyor insan.

3 gün kaldık bu adada. Gündüzleri adada yürüyüşler ve günü birlik bir adet de dağda trek yaptık. Yaklaşık 5 saat sürdü ve Cerro Bandera’ya (en tepeye, Şili bayrağının olduğu noktaya) ulaştığımızda devriye gezen kondorlar ve Beagle Kanal bütün çıplaklığı ile önümüzdeydi. Her gece, önceden askeri bir gemi olan şimdi ise buraya demir atmış tekne sahiplerinin bar olarak kullandığı tekneye gidip, bizi geri götürecek tekne araştırması yaptık. Bu sefer Antartika’dan yeni dönmüş diğer tekneye göre daha büyük olan bir tekne ayarladık. Babacan Fransız kaptan bizden para istemedi, “Problem değil, ben götürürüm sizi.” dedi, biz de Ushuaia’ya döndüğümüzde 1 şişe viski ile ziyaret ettik kendisini. Dönüş maalesef pek rahat olmadı, çılgın denizin vahşi dalgaları ile boğuşmak zorunda kaldık, biz yolcular boğuştuk; kaptan ve yardımcısı, ne bere ne de eldiven kullanıyorlardı, geminin sallantı durumundan ise hiç etkilenmiyorlardı; gözlerime inanamadım.

Kryzstof ile Ushuaia’daki küçük buzula günü birlik yürüyüş yaptık, yağmur yağdı ve güçlü rüzgar nedeniyle yarım brakıp dönmek zorunda kaldık. Daha sonra ben El Calafate’ye doğru yola çıktım, O ise Şili’ye geri döndü ama bu sefer karadan….

Ushuaia - Arjantin













The End Of The World - Puerto Williams,Şili