15 Mart 2010 Pazartesi

Atacama

Iquequi’den sonra Aşık Veysel’in türküsünde söylediği gibi “uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece” misali güneye doğru devam edip, Atacama Çölü’ne ulaştım. 400 yıl hiç yağmur yağmamış bu topraklara, sonra sadece bir kere 1971 yılında görmüş yağmur damlalarını, hiçbir canlı organizmanın yaşamadığı dünyanın bu en kurak çölü. Heyecanlıydım, daha önceki gezilerimde de çöllerde bulunmuştum ama yıllardır yağmur yüzü görmeyen bu çöl, benim için hepsinin babası gibiydi.
Her şeyden önce çöl turizmi bir küçük şehir yaratmış burada, sadece hoteller-hostellerden ve restoran-kafelerden oluşan sevimli fakat çok sıcak, San Pedro de Atacama isminde bir şehir. Yer bulmak o kadar kolay değil burada , neyse ki ben sezon dışı burada olduğum için bir yatak bulabildim. Kolombiya da bu ücrete kral dairesinde kalabilecekken- benim ölçütlerimde kral dairesinden bahsediyorum tabii ki- burada minnacık bir odada 8 kişi kalıyor olmak dokunsa da, yıllardır gelmek istediğim Atacama’ydım ve sızlanmanın anlamı yoktu. Diğer bir konuda, turlarla gezmeyi sevmeyen birisi olarak “Türk’üm bana bir şey olmaz, ben gider kendim gezerim” olmuyor maalesef söz konusu çöl olunca. İlk gün, tüm araştırmaları yapıp; 3 günlük tur aldım, ilk defa arka arkaya bu kadar yoğun bir programa sokmuş oldum kendimi ama zaten buraya da San Pedro’yu yani şehrimsi yeri görmeye değil, Atacama Çölü’nü görmeye gelmiştim, daha sonra çıkacaktı bu yoğun gezme temposunun acısı ama ben bunu henüz bilmiyordum.
Aynı gün gidilecek olan turu beklerken biraz şehri tanımak istedim, meydandaki kiliseye geldiğimde bir tören yapılıyordu, peder bir tür dua okuyor ve kalabalık da ona eşlik ediyordu. Etrafta kamyondan motorsiklete kadar çeşitli araçlar vardı. Hepsi bizim düğünlerdeki gibi süslenmiş ve hepsinin üzerinde şampanya, bira ve şaraplar bulunuyordu. Öğrendim ki bu araçlar yeni alınmştı ve peder de bunları olabilecek her türlü kazaya karşı korumak için kutsuyordu, ahhh sürprizlerle dolu Güney Amerika!!! Ayinin sonunda ise bütün içkiler açılıp arabaların üstüne döküldü, bazıları ise bu kalabalık tarafından içildi. Umarım içenler arasında arabayı “nasıl olsa kutsandı, artık kaza yapmam” diyerek kullanan olmamıştır, bir taraftan da kullandıklarına eminim.
Aynı gün tur saati geldiğinde bir otobüse doluşup Valle de La Muerte’ya (Ölüm Vadisi) gittik, oraya gittikten sonra farkettim ki aslında bir bisiklet kiralayıp kolayca kendim de gelebilirmişim ama bunu gelmeden bilemezdim, yine geleceklere duyurulur, benden size bir hediye olsun burası, bisikletle gelin arkadaşlar inanın daha keyifli olur. Neyse İspanyolca yapılan açıklamaları elimden geldiğince anlamaya çalışarak keyif almaya çalıştım ama ben gerçekten de tur insanı değilim. Burası birbirinden değişik çöl şekillerinin olduğu, Mars’tayım galiba hissi uyandıran bir yer. Sonrasında ise dev gibi tuz duvarlarının arasından geçerek bambaşka bir vadide bulduk kendimizi. Burası, Bolivya’da Uyuni’ye kadar uzanıyor ve Salar de Atacama (Tuz Çölü) diye adlandırılıyor. Bütün Amerika kıtasının ihtiyacını karşılayacak kadar tuz çıkarılıyormuş bu bölgeden. Son olarak gün batımını izlemek için Valle de La Luna’ya (Ay Vadisi) gittik. Burası ayın yüzeyine çok benzediği için bu adı almış. Güneş görevini bitirmiş, bizleri selamlarken; aynı anda yükselen ay görevi devralıyordu, ehhh bize de bu muhteşem şöleni seyretmek farz olmuştu, şikayet eden yoktu bu durumdan aksine herkes zevkten dört köşe olmuştu, ben de dahil tabii…..
Ertesi gün sabah 04.00’te, beni sıcak tutacak bütün kıyafetleri giyerek Geyser del Tatio’ya yapılan tura katıldım. İşte burada farkına vardım ki Patagonya için kıyafet açısından hiç de hazır değildim çünkü donuyordum, bunun nedeni havanın -10° olmasıydı ama zaten ben Patagonya’ya gidinceye kadar hava bu kadar soğumuş olacaktı. Neyse efenim buraya bu kadar erken gelmemizin nedeni kumların altından fışkıran sıcak su kaynaklarını seyretmekti ve sabah erken saatlerde daha güçlü yeryüzüne fışkırdıkları için de bu saatte gelmiştik buraya. Daha sonra ziyaret ettiğimiz yer ise bu termal kaynaklardan birinin oluşturduğu bol kükürtlü doğal bir havuzdu. Hava bu kadar soğukken 35 derecelik termal havuza girdim, gerçekten çok iyi geldi, kemiklerim ısındı, yapamayacağımı düşünmüştüm ama giren diğer insanları görünce bir cesaret geldi ve dışarısı buz gibiyken, bu coğrafyada bu biçimde yüzmek, bu tezatlığın içinde olmak unutamayacağım anılardan biri oldu. Şehre geldiğimizde; sıcağa ve vücudumun alışık olduğu yüksekliğe döndüğüme çok sevindim. Aynı gün 1-2 saat sonra başka bir tura katıldım, Laguna Cejas, Ojos del Salar ve Laguna de Tebinquinche’ye gittik. İçinizden bazılarının bana kızdığını hissediyorum, bu kadar çok tura katılmak “backpakers’ ruhuna” hiç uymuyor ama gerçekten buraya gelince insan var olan her şeyi görmek istiyor ve tek başıma yapmanın bir yolunu bulamadım maalesef. Bu arada Star Wars için mükemmel bir film seti olurmuş burası, tuz gölleri ve tuzla kaplı olan bembeyaz uçsuz bucaksız göz kamaştıran yeryüzü…
3. gün yapılan son turun en can alıcı tarafı, göreceğim filamingolardı, çok heyecanlıydım. Sabah saat 08.00’de otobüsteydik fakat bir terslik oldu ve otobüsümüz arızalandı, 3 saat sorunun giderilmesini bekledik çölün ortasında ve homurdanan, sabırsız insanların arasında “bu da hayatım boyunca alacağım son tur olsun” sözü verip kendi kendime sakinliğimi korumaya çalıştım. En sonunda yeni bir araba geldi de tura devam edebildik. Tam gün süren uzun bir tur programı oldu. Filamingolar kendilerine pembe rengi veren küçücük canlıları midelerine indirirlerken, ben de en güzel fotoğraf karesini yakalamaya çalıştım. Sonrasında bu çölün ortasında oluşmuş iki adet göl (Miscanti ve Miniques) gezildi, bir köye gidildi, yemek yenildi ve sonunda yeniden döndük şehre. Ben akşam otobüsümü yakalamak için son sürat terminale gittim ve bu kadar turun üstüne bir de gece yolculuğu yaptım, sonrası ise biraz sancılı oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder