28 Nisan 2010 Çarşamba

Dünyanın Bir Ucu Patagonya


Patagonya’da olmaktan ve bu vahşi doğayı tanıma şansına erişmiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Gözlerim bayram ediyor bu doğal şölen karşısında. Bembeyaz bulut kümelerinin dans ettiği masmavi gök kubbe, rüzgarın esiş yönüne doğru şekillenmiş olan ağaç kümeleri, çitlerle çevrilmiş hiç ağaç olmayan kocaman araziler ve bu arazilerde otlayan yüzlerce büyük ve küçük baş hayvanlar, bu arazilerin ortasına kondurulmuş bacası tüten birbirinden çok ama çok uzak evler, at üzerinde botları ve şapkaları ile bu hayvanları güden insanlar, kilometrelerce süren uzun yollar, saatlerce yol alıyor olmamıza rağmen ancak birkaç aracın karşı yönden gelmesi, uzunca süre sadece boşlukta kayıyormuş izlenimi veren yanından geçtiğimiz turkuaz, cam mavisi ve gökyüzü ile birleşen göller, önce kırmızıya, sonra turuncuya, sonra da bu haliyle hayranı olduğum pembeye dönen devasal insanı yutan, içinde kaybolunan gökyüzü.

Yol kenarlarında çitlerin üstlerine tünemiş ve tek tük geçen araçları seyreden, isimlerini bilmediğim, göz göze geldiğimde bana bir filmde oynuyormuşum çelişkisi yarattıran çeşit çeşit kuşlar, vahşi deve kuşları, guanokolar. Ne kadar yazarsam yazayım yeterli olmayacak bu toprakları anlatmaya. Hep eksik kalacak, çektiğim fotoğraflarla desteklemeye çalışacağım.

Puerto Natales’le vedalaştıktan sonra hedefim Arjantin’in Ushuaia kenti idi. Hem Ushuaia’yı tanımak hem de Şili’nin ziyaret etmek istediğim son yerleşim yeri, aynı zamanda "End of the World" denilen en güney uç olan Puerto Williams’a gitmek istiyordum. Ushuaia, Arjantin’e bağlı bir şehir ama eğer Şili’ye bağlı olan Puerto Williams’a uçakla gitmiyorsanız, ulaşım ancak Ushuaia’dan, Beagle Kanal’ından botlarla sağlanabiliniyor; daha önce ki yazılarımda da değindiğim gibi doğa, Patagonya’da kendi kurallarını koyuyor ve Patagonya’da seyahat ederken bu iki ülke arasında giriş çıkış yapmak durumunda kalıyorsunuz. O yüzden şu anda pasaport sayfalarım Arjantin ve Şili giriş çıkışları ile dolmuş durumda neredeyse.

Bindiğim otobüste yerli halktan çok turist vardı, sezon dışı olmasına rağmen Patagonya bir çok gezgine ev sahipliği yapıyordu. Ben de bu gezginlerden birisinin yanına oturdum, Polonya’dan Kryzstof’un. Aramızda hemen ilk kez tanışan gezginlerin yaptığı muhabbet geçti. “Nerelisin? Ne kadar zamandır seyahat ediyorsun? Nelere gittin? Nerelere gitmeyi planlıyorsun?”, ve öldürücü soru “Kaç yaşındasın?”. Neyse son sorunun bende yarattığı etki üzerinde durmayıp, konumuza geri döneceğim.Kryzstof’un bir yıllık “Around the World” uçak bileti var, yani belli noktalara uçup hemen hemen bütün kıtalardan seçilmiş bazı ülkelere seyahat edilmesini sağlayan ekonomik uçak bileti. Tam olarak ayrıntılarını bilmiyorum ama bu biletle seyahat eden bir sürü gezgin var. Kryzstof’un da bir sonraki gitmek istediği yer Puerto Williams’tı ve birlikte gitmeye karar verdik. Tek sorunumuz çok pahalı bulduğumuz turistik teknelerle gitmek istemiyorduk, ikimizde alternatif gidiş yolu olduğunu öğrenmiştik ve amacımız bunu deneyip gerçekleştirmekti. Sohbetimiz devam ederken sınır kapısından geçtik, pasaportlarımıza Şili çıkış damgalarını alıp, Arjantin’e giriş yaptık. Hem sohbet ediyorduk hem de bu kıtanın en büyük adası olan “Tierra Del Fuego”nun yani “Ateş Toprakları”nın bize sunduğu manzaradan gözlerimizi alamıyorduk. Sürekli olarak söz yarım kalıyor ve gözlerimiz dışarıya dalıp gidiyordu. Bu adada, hem Şili’nin hem de Arjantin’in toprakları var. İlk defa beyaz adamlar buraya geldiklerinde, bu dondurucu soğukta neredeyse çıplak olan halkı görünce çok şaşırmışlar, Ateş Toprakları demelerinin sebebi ise herkesin ısınmak için ateş taşıyor olmalarıymış. Hatta balığa çıktıkları kanolarında bile önlerinde ateş olurmuş. Buraya uyabilecek başka bir isim düşünemiyorum; Ateş Toprakları, Tierra Del Fuego, çok şiirsel….

Bir süre sonra ikimizde sadece pencereden dışarıyı seyretmeye başlıyoruz, yapraksız bembeyaz gövdeli ağaçlar, Patagonya’nın gerçek patronu olan rüzgarla iş birliği yapmış ve esiş yönüne doğru şekillenmişler, hatta bazıları tamamen boyun eğmiş ve köklerinden vazgeçerek bırakmışlar rüzgarın eline kendilerini ve köksüz bir biçimde yatıvermişler yerlere. Ağaç mezarlığı diyesim gelmiyor içimden ama, bu yapraksız ve köklerinden vazgeçmiş ağaç kümelerini nasıl isimlendirmem gerektiğini de bilmiyorum. Gökyüzü ise bambaşka bir kavram, tam gün batımına denk gelmiştik ve bu beyaz gövdeli ağaçların üzerinde kırmızıdan pembeye dönen ve rüzgarın etkisi ile çok hızlı hareket eden bembeyaz bulut kümeleri ile dans eden koskocaman bir gökyüzü. Günlerce bu şöleni seyrederek yolculuk yapabilirdim ama maalesef yol bitti ve Ushuaia’ya ulaştık. En ucuz hosteli bulup yerleştik, ilk işimiz uzun yolculuk sonrası kurt gibi acıkmış olan midelerimizi bir restoranta gidip hep methini duyduğumuz, Arjantin bifteği ve şarabı ile doyurmak oldu. Ertesi gün ise daha şehri bile gezmeden limana gittik, bir sürü demir atmış tekne vardı. Plan belli idi, Puerto Williams’a giden bir tekne bulmak ve bizi götürmeleri konusunda kaptanı ikna etmekti. Fransız kaptanlar buradan Antartika’ya ve Cape Horn’a yolcu taşıyorlar, hayatlarını bu işi yaparak kazanıyorlar. Bir de tabii şanslı doğup, istediği yerde yaşama ekonomik özgürlüğüne sahip olup da denizde, teknede yaşamayı tercih edenler var. Hayatı deniz üzerinde geçen, evleri tekne olan bir çok Avrupalı ile tanıştık burada, daha çok Hollandalı ve Fransız. Konuşmalar sonrası bize ertesi gün Puerto Williams’a gidecek olan bir çiftten bahsettiler, biz de başladık onların botunun önünde nöbet tutmaya, bizden kaçış yoktu. Çift geldiğinde, ikimiz de bütün sevimliliğimizi takınarak denize doğru otostop işareti yapıp anlattık derdimizi. En yakın yabancı liman olan Puerto Williams’a gitmek zorundaydı bu çift, Arjantin’e yeniden giriş yapıp, 90 günlük yeni vize alacaklardı. Bizi gerçekten de çok sembolik bir meblağ karşısında götürmeyi kabul ettiler, ertesi gün yola çıkacaktık. Beklediğimizden daha kolay olmuştu bu iş, sabah pasaportlarımızla birlikte Arjantin’deki 2.günümde, ülkeden ayrılabilmek için çıkış damgası aldım kaptanla birlikte ve daha sonra hep beraber güzeller güzeli teknelerine gittik. Hummalı bir çalışma başladı sonrasında, biz elimizden geldiğince ayak altında olmamaya çalışıyorduk, yapacak ne kadar çok şey vardı. Bu teknede yaşama işi keyifli olduğu kadar zor bir iş aynı zamanda. Hele bir de yaşanılan sular Patagonya’nın soğuk havasında Pasifik’in buz gibi suları ise. Benim hostelde hazırladığım sandviçler, onların bize ikram ettiği kahve ve kek eşliğinde Beagle Kanal’ında oldukça güzel 5 saatlik bir yolculuk yaptık. Hava şansımıza çok güzeldi ve hatta bir ara güneş bile çıktı. Üstüne üstlük kaptan bize kıyak çekip, deniz aslanlarının yaşadığı küçücük bir adanın yakınlarına kadar götürdü ve adanın etrafında tur attı, birbirleriyle cilveleşen deniz aslanlarının seslerini dinleyerek, dişiler için savaşan erkekleri seyrettik. Ne kadar sanşlıyım diye geçirip durdum içimden, bunlara tanık olabilmek; hep iyi ki bu geziyi yapıyorum diyerek mutlu mutlu geziyorum.

Saat öğlen 5 gibi Puerto Williams’a vardık, pasaportlarımıza giriş damgası alabilmek için sahil güvenliğin gelmesini bekledik teknede, onların hummalı ve baş döndüren tekne demir atma işleri seyrettik. Giriş damgalarımızı ve vizelerimiz aldıktan sonra ada nüfusunun çoğunluğu askeriye ait deniz kuvvetlerinin oluşturduğu Puerto Williams’da hostel aramaya başladık. Sokakta oynayan çocuklar bizi bildikleri bir hostele götürebileceklerini söylediler, biz de kabul ettik. İnanılmaz güzel deniz manzarası ve kocaman sobası olan, sahibi ile hiç tanışamadığımız hostele gittiğimizde bizden mutlu kimse yoktu. Hostelde 20 gündür kalan Fransız bir çift karşıladı bizi, fiyatı oldukça uygundu, her şey çok iyi gidiyordu, en azından şimdilik. Hemen eşyalarımız bırakarak yürüyüşe çıktık, sessiz sakin bir adaydı burası, çok az araba vardı, olanlarda çoğunlukla orduya ait olan araçlardı. Marketten alışveriş yapıp hostele döndük, ben yemek yapmaya gönüllü oldum, Kryzstof ise sobayı yakmaya. Tam içerisi ısınmış biz de yemek yemeye başlamıştık ki, Fransız çift inanılmaz sarhoş bir biçimde geri geldiler. Buraya kadar her şey normal ama yarım saat kadar yüksek bir sesle şarkı söylemeleri üzerine ben biraz yavaş olmalarını rica ettim, yani bulunduğumuz ortamla hiç uymayan bir durum vardı ortada ve zaten yarım saat dinleyerek sabır sınırlarımı zorlamıştım. Erkek olanı bu duruma çok bozuldu ve “burası erkeklerin evi, şimdi gidiyorum, döndüğümde ise sizi görmek istemiyorum dedi.” Saat gece 11.00’e geliyordu ve burası öyle bir sürü hostelin olduğu bir yer değildi. Sıcacık sobayı ve hazırladığımız yemeği orada bırakarak, kalacak yeni bir yer bulduk. Her şey her zaman süper gitmiyor gördüğünüz üzere, hiç beklenmeyen bir zamanda böyle uygunsuz bir durumda da kalabiliyor insan.

3 gün kaldık bu adada. Gündüzleri adada yürüyüşler ve günü birlik bir adet de dağda trek yaptık. Yaklaşık 5 saat sürdü ve Cerro Bandera’ya (en tepeye, Şili bayrağının olduğu noktaya) ulaştığımızda devriye gezen kondorlar ve Beagle Kanal bütün çıplaklığı ile önümüzdeydi. Her gece, önceden askeri bir gemi olan şimdi ise buraya demir atmış tekne sahiplerinin bar olarak kullandığı tekneye gidip, bizi geri götürecek tekne araştırması yaptık. Bu sefer Antartika’dan yeni dönmüş diğer tekneye göre daha büyük olan bir tekne ayarladık. Babacan Fransız kaptan bizden para istemedi, “Problem değil, ben götürürüm sizi.” dedi, biz de Ushuaia’ya döndüğümüzde 1 şişe viski ile ziyaret ettik kendisini. Dönüş maalesef pek rahat olmadı, çılgın denizin vahşi dalgaları ile boğuşmak zorunda kaldık, biz yolcular boğuştuk; kaptan ve yardımcısı, ne bere ne de eldiven kullanıyorlardı, geminin sallantı durumundan ise hiç etkilenmiyorlardı; gözlerime inanamadım.

Kryzstof ile Ushuaia’daki küçük buzula günü birlik yürüyüş yaptık, yağmur yağdı ve güçlü rüzgar nedeniyle yarım brakıp dönmek zorunda kaldık. Daha sonra ben El Calafate’ye doğru yola çıktım, O ise Şili’ye geri döndü ama bu sefer karadan….

5 yorum:

  1. Tatlı Gülcan,harika fotografların , macera dolu ilerleyisini keyifle ve merakla takipteyiz.Kalbimiz seninle,,,HARİKASIN...
    SENİ SEVİYORUZ.
    HUMY,IVAN,AILA

    YanıtlaSil
  2. Ben de sizleri cok seviyorum..... ama en cok Aila yi :)))

    YanıtlaSil
  3. Gülcancım, Çok güzel yazmışsın... Anlatımın çok duru ve sürükleyici. Okurken, yaşar gibi oluyor insan. Ateş topraklarını göresim geldi. Bir de Antartika yolculuğu geçerdi aklımın bir köşesinden hep. Bu yolları da senden öğrendik. Görüşmek üzere. Sevgilerimle. Serdar.

    YanıtlaSil
  4. Sagol Serdar....
    Antartika hakkimi sonradan yapmak uzere sakli tutuyorum... neredeyse atlayip gidecektim....
    sevgiler benden :))

    YanıtlaSil
  5. Valla süper yazmışsın, eline sağlık...

    Engin Kaban.

    YanıtlaSil