6 Nisan 2011 Çarşamba

Dinozorların “ izi”nde, Neruda’nın kelimelerinde doğan, bende çoğalan Sucre…

Merhaba, 
Daha önce yazıların Odatv'de de çıktığını paylaşmıştım sizlerle. Sonrasında ise hem anlamsız bir sebepten dolayı blogların yasaklanması girdi araya hem de bir çok gazetecinin kalemlerine kelepçe vuruldu. Ben kahroldum... İki olay üst üste geldi, bilgisayarda bir yazı hapis kaldı... Hiç bir yere gidemedi.....

Bilgisayarı her açtığımda gözüme takılan, Odatv'den Barış Terkoğlu’na gönderilmeyi ve Atlasname'de yerini almayı haftalardır sabırsızlıkla bekleyen bir yazım var. Korkuyorum ben artık bu yazıdan ve onu var eden bütün harflerden. Hani neredeyse bir gün dile gelip konuşacak benimle kelimeler ya da  ekrandan firar edecekler. Onlar tarafından tehdit ediliyorum; bana kızgınlar, neymiş efendim  kendilerini kapana kısılmış gibi hissediyorlarmış. Madem ben ağır gündemden çekinerek gönderemiyorum bu yazıyı, karar vermiş harfler, kelimeler, cümleler; vuracaklarmış kendilerini yollara. Gece olup da her yer sessizliğe büründüğünde Odatv’nin ofisine kadar yollara yazacaklarmış kendi sloganlarını. Şehir bu sloganlara uyanacakmış. ”Kelimelere özgürlük”, “Gazetecilere özgürlük”, “Düşünceye özgürlük”. Sonra çalacaklarmış Odatv’nin kapısını: “Biz yollardan bahseden bir abdal seyyahın anılarıyız.” diyeceklermiş. Var mı bize de bir yer bu karamsar gündemde? Güney Amerika’nın dağlarından, ovalarından, şamanlarından haberler getirdik sizlere.

İnanın insanın eli gitmiyor bu üzücü, hatta kahredici ortamda gökyüzünde bütün haşmetiyle uçan El Condor’un yarattığı özgürlük hissini anlatmaya, buzulların çıkardığı yankıların yarattığı heyecanı yazmaya. Bir taraftan da içimde bunları paylaşmak için önüne geçemediğim bir istek var; Evo Morales’in Bolivya’sının köylerini kasabalarını, Peru’da ki İnka kalıntılarını, Brezilya’nın muhteşem insanlarını ve müziğini yazma isteği. Bu ısrarcı ve karşı konulmaz istek beni ikna etti. Gündem her ne kadar karabasan gibi üstüme gelse de gönderiyorum artık sabırsızlanan yazımı. Karamsarlıktan kurtarıyorum kendimi, biliyorum aydınlık günler yakın ve kurtaracağız kendimizi bu karanlıktan.

En son Bolivya’daki 4.090 metre yükseklikteki Potosi’den bahsetmiştim. Ağlayan Dağ ile bir buluşmam vardı orada.  Vahşi emperyalistler tarafından delik deşik edilmiş bu dağ ile uzun uzun bakışmış, sohbet etmiştik. Bu dağın madenlerinde gümüş ve altın çıkartmak için çalıştırılan kölelerin attıkları ve yıllardır dinmeyen çığlıkları dinlemekten kulaklarım sağır olmuştu.

Mimarisi her ne kadar güzel olsa da çok fazla kalamadım Potosi’de ve vurdum kendimi yollara. Bu sefer gezmek istediğim yer beyazlar içindeki Sucre’ydi. Yolculuk yapmak için özellikle gündüz saatlerini tercih ettim ki lamalarını otlatan ya da tarlalarında çalışan köylüleri, köy manzaralarını seyredebileyim. 3 saatlik pastoral bir otobüs yolcululuğu yaparak Sucre’ye ulaştım, yolunuz düşerse oralara, size de bunu yapmanızı tavsiye ederim.

Potosi’de yükseklikten dolayı nefes almak çok zordu, her 20 dakikada bir oturup nefeslenmem gerekiyordu.  Neyse ki 2800 metrelik Sucre’ye ayak basar basmaz kelimenin tam anlamıyla rahat bir nefes aldım. Bir çoğumuz La Paz’ı Bolivya’nın başkenti biliriz ama aslında Bolivya’nın anayasal başkenti Sucre. La Paz’da bakanlar kurulu bulunuyor, bu nedenle ülke La Paz’dan yönetiliyor.

Sucre İspanyolcada şeker anlamına geliyor, burası için daha güzel bir isim olamazdı herhalde. Çok güzel, şeker gibi tatlı bir şehir. “25 Mayıs” isimli yeşillikler içinde  bir meydan var şehrin ortasında. Bu meydandan tepelere doğru çıkan, birbirinin içinden geçen daracık Arnavut kaldırımlı sokaklar, avlulu ve bembeyaz kolonyal yapılar büyüleyiciydi. Bir de işin içine etrafta bolca görülen palmiyeler girince insan birazdan bir deniz manzarasıyla karşılaşacağını sanıyor. Bu yükseklikte ve denize hiç kıyısı olmayan bir ülkede hissettiğim bu tatlı yanılsamanın  sebebi her halde  Sucre’nin büyülü havasıydı.

Sömürge dönemi mimarisi çok iyi korunmuş bu şehirde de, ama Potosi’de olduğu gibi şatafatlı değil. Bu şehrin sade ve insanı rahatlatan bir havası var. UNESCO tarafından dünya miras listesine eklenmiş. Potosi’den tonlarca gümüşün çıkarıldığı dönemlerden bol bol payını almış Sucre. Sömürü düzeninin en büyük mahkemesi de burada bulunuyormuş o zamanlar. O dönemden bugüne kalan ise, 25 Mayıs Meydanı’nı dolduran - gezdiğim diğer Bolivya şehirlerinden farklı olarak- batılı görünümde giyimleriyle, gözlerinin içi gülen gençler ve koklaşan sevgililerdi.

Bir de Sucre’yi Bolivya’nın sanat şehri olarak tanımlamak gerek sanırım. Bembeyaz cumbalı evleri, kiliseleri ve parkları arasında gezinirken, kaybolduğum Arnavut kaldırımlı sokaklarda neredeyse adım başına bir resim galerisi düşüyor desem abartmış olmam.
  
Buraya kadar gelmişken dünyanın en fazla dinozor ayak izlerinin olduğu ve dinozorlar hakkında detaylı bilgilerin de anlatıldığı Cretacico Dinozor Parkı’na gitmeden olmazdı. Parka giderken bu izleri yakından göreceğimi düşlüyordum. Parkın görevlilerinden edindiğim bilgiler beni hem şaşırttı hem de üzdü. Ayak izlerini izlediğim mesafeyse tam bir hayal kırıklığıydı.

1994 yılında, bir çimento fabrikasına ait olan arazinin içinde 294 farklı dinozor türüne ait 5000 adet iz bulunur ve bu paleontolojik siteye Cal Orcko ismi verilir. 68 milyon yıl önce binlerce dinozor, o zamanlar göl kenarı olan bu alana yiyecek bulmaya gelmişler ve bu inanılmaz değerli ve önemli izleri bırakmışlar, parkı gezdiren rehberin açıklamasına göre. Cal Orcko, dünyadaki diğer örnekleri ile karşılaştırıldığında en büyük ve en çok iz taşıyan yer. İşin üzücü tarafıysa bu çimento fabrikasının aktif olarak hemen dinozor ayak izlerinin bulunduğu, devasa bir duvarı andıran tepenin olduğu bölgenin yanı başında işlerine devam ediyor olması. Her ne kadar bu duvar UNESCO’ya ait olsa da, arazi fabrikaya ait. Fabrikanın çalışmaları yüzünden birçok ayak izi parça parça dökülerek tarihten tamamen siliniyor. Malesef bu duvara uzaktan bakabiliyorsunuz, iş makineleri çalıştığı için alanı ve izlerin olduğu duvarı yakından görmek mümkün olmadı.

Sucre’de kaldığım dört gün boyunca uyanır uyanmaz ya da karnım acıkır acıkmaz kendimi şehir merkezinin çok yakınındaki Mercado Central’ya, tezgahlarının başında kadınların durduğu otantik ortama attım. Sucre’in iklimi harika, kış neredeyse yok gibiymiş ve sıcaklık yıl içinde 15 ile 25 derece arasında değişiyormuş. Hal böyle olunca bir çok tropik meyveyi bu pazarın tezgahlarında bulup yememek için gözlerinizi ve ağzınızı bağlayarak gezmeniz gerekir. Bu şeker gibi kente giderseniz, Central Mercado’da, ürünlerini satmak için getirmiş olan pazarcı kadınlarla sohbet etmeden ve bu çeşit çeşit meyvelerin sularından içmeden ayrılmayın lütfen.

Şili’nin Patogonya Bölgesi’nde Pucon isimli şehirde Alman Tanja ile tanışmış, muhabbet etmiş ve birkaç günü keyifle geçirmiştik. Aradan iki ay geçmiş olmasına rağmen bir biçimde rotamızı denk getirmeye çalışmış ve Sucre’de buluşmuştuk sonunda. Yazışmalarımızda “mutlaka pazar günü Sucre’de olup, buraya yaklaşık 3 saat uzaklıktaki Tarabuco isimli şehre gitmeliyiz.” demiştik birbirimize.
  
Bolivya yerlilerinden olan Yampara’ların Tarabuco’da kurduğu pazarı ziyaret etmek geçmişe yolculuk yapmak gibiydi. Sabah erkenden geldiğimiz pazardan bir türlü ayrılamadık ve bütün günü bu rengarenk pazarda geçirdik. Yampara köylülelerinin
  
Yaşamak zorunda bırakıldığımız düzende birbirimize ne kadar çok benzediğimizi, tek tip insanlar haline geldiğimizi, hep birbirine benzer şeyler giydiğimizi konuştuk Tanja’yla.  Oysa geleneksel kıyafetlerimizle olsaydık her bir ilmeği, dokusu, rengiyle doğanın içinden gelen bu renk cümbüşünün içinde asıl kendi kimliğimizi yansıtmış olacağımız üzerine dem vurduk. Çocukluğumu geçirdiğim köy  ve anneannem geldi aklıma, iki farklı kıyafeti vardı. Birisini sadece bayramlarda ve düğünlerde giyerdi ve o kadar güzel olurdu ki hayranlıkla seyrederdim kendisini. Geleneksel kıyafetlerimizin günlük kullanımdan kalkmasının ne kadar büyük bir kayıp olduğunu Güney Amerika gezisinde bir defa daha derinden hissettim. Çünkü burada öğrendiğim ve en çok etkilendiğim konulardan birisi de özellikle yerel halkların renkliliklerini korumuş olmaları. Onları başkalarından ayıran, samimi ve gerçek yapan bu doğallık, beni buralara kadar sürükleyen hissin yaratıcısıydı galiba…

Sucre’den ayrılma vakti gelmişti. Gezi planımda Cochabamba’ya gitmek var. Oradan da İnka kalıntılarının olduğu Samapaita. Ama en önemlisi Che Guevara’nın sömürülen Bolivya halkına özgürlük getirmek adına gittiği ama yakalandığı köy, La Higuera.

Pablo Neruda bir şiirinde Sucre için der ki ;     Yaylada yaşıyor Sucre
                                                                       dağların sarı yüzünde
                                                                        Higaldo düşer, Morelos yakalar
                                                                        sesi, bir çanın titreyişi
                                                                        dikilir toprağa ve kana.

Dağların sarı yüzünde yaşayan Sucre’nin yayla havasını soluklanırken, Higaldolar ve Moralesler’in seslerini takip etmeye çalıştım. Bu seslerin arkasında kendimi kaybetmiştim ki Tarabuco pazarında sırf tezgahındaki şifalı otlara baktığım için -otları şifalarını kaybetmesin diye- yaşlı şaman tarafından kırbaçlanarak uzaklaştırıldım. O zaman kendime geldim ve o zaman anladım ki, Higaldolar ve Moreloslar, beyaz adamlar ve beyaz kadınlardan bıkmışlardı. Tezgahlarındaki otlara bakınmalarına bile katlanamıyorlardı. Anlıyorum ve saygıyla kabulleniyorum bu durumu. Acılarını paylaşıyorum, kendilerini koruma çabalarını ise zaman zaman bana zor anlar yaşatsa da destekliyorum.


3 yorum:

  1. Selamlar Gülcan,
    Merak etmiştim sizi,bir yakınım gibi, kızım gibi hani gider de haber vermez,oraların büyüsüne kapılıp unutmuştur beni...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba....

    hem de ne büyü :))) iyiyim ülke gündemine gömülmüş durumdayım.... bloglar da yasaklanmıştı, elim gerçekten gitmedi, yazamadım... var mı gerçekten böyle vefasız bir evlat??? varsa da anlarız bu hallerden değil mi Çoşkun Abi??? sevgiler....

    YanıtlaSil
  3. Yasaklanan bloklar sonrası bu güzel yazıyla uyanış çok güzeldi, günümü renklendirdiniz gene, bugün güney amerika'ya gitmek iyi geldi:) Şİmdi oda tv de ki yazınızı okuyacağım. Lİnki de vereyim okumak isteyenler için;
    http://www.odatv.com/n.php?n=patagonyadaki-turistler-turk-kadinini-nasil-biliyordu-1508101200

    YanıtlaSil