24 Aralık 2009 Perşembe

La Amazonia ve Elfler ve Hobbitler


Banos’da rahatlatıcı 2 gün geçirdikten sonra hem rafting yapmak hem de Amazon Bölgesi’ne bir gezi ayarlamak için Puyo’ya gittim. Daha öncede sizlerle, beklenen yağmurların maalesef yağmadığını paylaşmıştım ve bu Ekvator’un turizmini de oldukça kötü etkiliyor. Nehirlerin su seviyesi çok düşük olduğu için rafting yapılamıyor ve bu yüzden de Puyo’ya artık pek turist gelmiyor, dolayısıyla planlarımı burada gerçekleştiremeyeceğimi görünce, Amazon Bölgesi’ne daha yakın bir şehir olan Tena’ya gittim. Bir gün kaybetmiş oldum ama sonunda biraz da olsa Amazon yaşantısı görme şansını yakaladım ve raftingi başka bir zamana bıraktım. Başkent Quito’dan bir tur ayarlayıp gitmek istememiştim çünkü oradaki turlarla yabancıların satın aldığı arazi üzerine kurulmuş ‘lodge’lara gidiliyor ve yakındaki köyler günlük gezilerle ziyaret ediliyor, rehberle ormana yürüyüşler yapılıyor. Bunun yerine buraya kadar geldim ki bir ailenin evinde kalayım ve direk aileyi desteklemiş olayım. Sadece tek bir sorun vardı ortada; bir başıma da gitmek istemiyordum. Neyse şansım iyi gitti ve oraya gitmek isteyen Meksikalı Alejandro ile tanıştım ve birlikte gitmeye karar verdik, hemen yerel bir tur ayarladık.

Tena’ya 7 saat uzaklıktaki Coca’ya gittik önce, artık tamamen Amazonlar’daydık. Sabah bizi karşılamaya ailenin reisi ve aynı zamanda Quichua kabilesinin şamanlarından biri olan yaklaşık 60 yaşlarında çok güler yüzlü, şaman deyince aklınıza tüylü şapkası falan olan birisi gelmesin, tişörtlü ve şortlu Silberio geldi. Amazon’un kollarından birisi olan Limoncocha’nın sularına ince uzun bir kano dalış yaptık. Yarım saatlik bol kuş cıvıltılı bir yolculuktan sonra toplam 6 kişinin yaşadığı bir cennet parçasına geldik. Gelen turistlerin kalması için küçük kulübeler yapılmış, odamıza yerleştik, ev ahalisi ile tanıştık, biraz dinlendikten sonra evin büyük oğlu Rene ile birlikte ormana yürüyüşe gittik. Yağmur bana göre oldukça güçlü yağıyordu fakat Rene bunu gayet normal karşılayarak yürüyüşü yarım bırakmadı, biz de sesimizi çıkarmadık, yağmurluk falan pek fayda etmedi, tamamen ıslandım ama hava sıcaktı ve yağmur üşütmedi. Bize bir çok bitkinin hangi hastalık için kullanıldığını anlattı ve olacak olan sivrisinek ve örümcek ısırıkları içinde birkaç bitki toplayıp, ‘ihtiyacınız olacak, bizi pek ısırmıyorlar ama buraya gelenler bol ısırıkla dönüyorlar’ dedi, sözünü dinleyip bitkileri güzelce ceplerimize koyduk. Daha sonra ormanda yaşayan ‘duendes - küçük insanlar’ dan bahsetmeye başladı. Bize tuvaletlerini yaptıkları yerleri, geçtikleri yerlerdeki izleri gösterdi, bunu inanarak yapıyor olması çok şaşırtıcı, şimdiye kadar hiç görmemiş ama bir gün görmeyi çok istiyor, babası ve büyük babası bir çok kere görmüş. Onunla birlikte ‘Yüzüklerin Efendisi’ni seyretmeyi istedim, yüz ifadesini görmek için. Gözümü dört açtım belki bir ‘duende’ görürüm diye ama kısmet olmadı, bir daha ki sefere. Gezimizi bitirip döndüğümüzde, biriktirilmiş yağmur suyu ile duş aldım ve ıslanan eşyalarımı yıkadım, yıkadığım kıyafetler ayrılıncaya kadar nemden dolayı hiç kurumadılar. Rene’nin ormandan topladığı bitkilerle, buraya gelen turistlere hizmet etmek için onlarla birlikte yaşayan Rene’nin kuzeni sevgili Berta çok güzel bir yemek pişirdi ve hep beraber afiyetle yiyip erkenden yattık. Bütün gece yağan yağmurun sesiyle güzel bir uyku çektim.

Bir sonraki gün kahvaltıdan sonra pirina avlamaya nehre gittik, sadece 3 adet yakalayabildim, Rene ise bütün bir aileyi doyuracak kadar balık avladı, Alejandro ise 4 adet tutabildi. Oltayı suya daldırır daldırmaz, pirinalar yemi o kadar hızlı kapıyorlar ki; balıkları yakalayabilmek marifetli ellere kalıyor, bizim ki turistiktik bir aktivite olmanın ötesine geçemedi. Öğlen bir güzel pirina ziyafeti çektik kendimize, hep beraber balıkları pişirdik, yanına da bizim için ekmek ne kadar vazgeçilmez ise onlar için de vazgeçilmez olan pilav. Ne yediysem burada bana çok lezzetli geldi açıkçası, bu çocukluğumun korku filmi kahramanları olan pirinalar olsa bile, hiç düşünmeden indirdim mideye. Berta ve evin annesi ormana bitki toplamaya gittiler, döndüklerinde ise bir de Ayahuasca bitkisi vardı yanlarında. Bu bitki burada yerlilerin dini ritüellerde kullandıkları odunsu bir bitki. Buraya gelmeden de ismini duyduğum, burada ise bol bol bahsi geçen bu odunsu bitkinin birden sanki çok normal bir şeymiş gibi karşıma çıkması şaşırttı beni. Bana göre normal olmayan ama onların yaşantısının bir parçası olan ve bu yüzden de devlet tarafından uyuşturucu kabul edilmeyip kullanımının serbest olduğu bir bitki. Berta akşam yemeği ve Ayahuascha’nın hazırlığını yaparken biz de gün batınca yeniden nehre açıldık, bu sefer nehirde bol miktarda olan ve gece avlanmaya çıkan timsahları seyretmek içindi. Hiç kıpırdaman avlarını bekleyen timsahları daha fazla kızdırmadan birkaç fotoğraf çekip geri döndük. Yemeğimizi yedik ve yapılan ayahuasca ayinini seyretmek için yerimizi aldık.

Ertesi gün ise yağmur o kadar güçlü yağıyordu ki ne ormana gidebildik ne de nehre açılabildik. Akşam, bize Tena’da bu geziyi ve aileyi ayarlayan diğer kuzen Misael geldi ve bizi Quichua kabilesinin çocuklarını okula gönderdikleri, bir otelin (Hotel California- ismine bayıldım), birkaç birahanenin bulunduğu ve birkaç yerleşimin de olduğu Limoncocha’ya gitmeye davet etti, ‘birkaç bira içeriz, siz de kabileden diğer insanlarla tanışma frsatı yakalarsınız’ dedi, teklifi büyük mutlulukla kabul ettik. Berta, Misael, Silberio, yoldan aldığımız başka bir kuzen kanoya doluşup Limoncocha’ya bira içmeye gittik. Quito’dayken de bir sürü sağda solda günün her saati sızmış insanları görüyordum ama buradaki durumu da görünce bunun bir problem olduğunu anladım. Bir türlü gece bitmek bilmedi çünkü daha fazla içmek istedikleri için biz dönmek istesek de dönemedik, içmiyorduk da bu kısım biraz sıkıcı oldu. Gece 1 gibi dönebildik ancak ve alkol sınırını aşıp, evlerine kadar gidemeyip hemen oracıkta uyuyakalmış ya da sızmış insanlara rastladık. Misael’in saçma sapan masaj yapma isteğini sarhoşluğuna verip, tek başıma gelmemiş olmama şükrederek odama çekildim. Bence mutlaka en az iki kişi gelinmeli Amazonlara, maceralara atılmanın pek bir anlamı yok.

Son günümüzde bizi kanoyla Limincocha’ya bıraktılar, oradan bütün çevreden gelen yerlilerin kurduğu pazara gittik ve saat öğlen 12 olmasına rağmen bebeğini emziren annelerin bile su gibi bira içtiklerini, gözlerimiz faltaşı gibi açılmış bir şekilde seyrederek, ‘bu yerlilere ne olmuş böyle?’ diyerek ve oldukça üzülerek yolumuzu Tena’ya çevirdik. Bira kasalari ile dolmus kanolar Napo Nehri´nde Amazon Bolgesi´ndeki koylere gitmek icin siralarini bekliyorlardi.

Tena’da bir gün dinlendikten ve yılbaşı kutlamalarını seyrettikten sonra Misuhalli’ye gittik. Bu arada kutlamalar çeşitli kabileleri temsil eden kıyafetler içerisindeki okul öğrencileri tarafından yapılıyordu, son grup ise dansöz kıyafetleri giymiş olan ve Tarkan’ın ‘Oynama Şıkıdım’ şarkısına oryantal dans etmeye çalışan miniklerdi, bu minikler bu dansı hangi kabileyi temsil için ettiler bilemedim. En son beni mega starımız Tarkan, Özge ile beraber Sri Lanka gezisi yaparken şaşırtmıştı, Özge’cim burada da duydum ya mega starımızı, bakalım bir daha nerede çıkacak karşıma?

Misuhalli, Tena’ya bir saat uzaklıkta, yamacında akan nehirde rahatlıkla yüzebileceğiniz, buraya gelinmişse ziyaret edilmesi gereken dinlendirici bir yer. Şehirde gezinen maymunlar ise bu küçük yerleşim yerinin sürprizi. Gece 1’de otobüse binip, 12 saatlik oldukça yorucu bir yolculuktan sonra Alejandro ile birlikte güzeller güzeli Cuenca’ya geldik. Bundan sonrası bir sonraki yazıya, herkesi kucaklıyorum….

14 Aralık 2009 Pazartesi

El Condor


Ekvator, yüce ve heybetli volkanik dağlarıyla ünlü, buraya kadar gelmişken bunlardan birine tırmanmamak olmayacak; Türkiye’de dağcılıkla ilgilenen arkadaşlarıma ayıp olacaktı. Kısıtlı zamanlarda seyahat ettiğimde, zamandan kazanmak için tur acenteleri ile anlaşmam gerekiyordu ama madem ki şimdi bol zamanım var; bu sefer bu hafta sonu gezisini tamamen kendim yapmak istedim. Hedefim Cuma günü Latacunga’ya gitmek, Cumartesi günü etraftaki dağlardan mallarını satmak için Zumbahua’ya gelen yerlilerin kurduğu pazarı gezmek, ardından aynı gün Qulitoa krater gölüne inmek, gece Cotopaxi volkanik dağına yakın bir yerde konaklamak ve Pazar günü de 5.900 metre yükseklikte bulunan Cotopaxi’nin 4.800 metrelik kısmına tırmanmak idi.

Cuma günü okul bittikten sonra Quito’nun güneyindeki Quitumbe otobüs terminaline gittim, Latacunga’ya bir bilet aldım. Buraya kadar her şey yolunda gitti. Latacunga’ya vardığımda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve her hangi bir yere kımıldamak mümkün değildi, taksilerin hepsi dolu geçiyordu. Mecburen ama aynı zamanda büyük bir zevkle bir restoranda oturup kendime “morocho” ve “empenada” ısmarlayıp (Morocho içinde bol tahıl ve kuru üzüm bulunan sütlü bir içecek, empanada ise bana canım arkadaşım Işık’ı hatırlatan; eminim her tatarın yemekten zevk alacağı içine et, tavuk ya da peynir konularak kızartılan hamur işi); yağmurun dinmesini bekledim, daha sonra da hostel bulup yerleştim.

Sabah erkenden önce cumartesi pazarını gezmek için Zumbahua’ya gittim, kahvaltımı yaptım; bol bol fotoğraf çektim, yerlilerden fotoğraflarını çektiğim için azar işittim. Bu arada dijital bir fotoğraf makinesi aldım ki sizlerle buraları fotoğraflarla paylaşabileyim ve bunun için Işık’a maddi desteği için çok çok teşekkür ediyorum. Pazar gezmesi bittikten sonra 3.900 metrede bulunan Quilotoa kraterine giden bir kamyonetin arkasına bindim diğer yerlilerle birlikte, ve inanılmaz güzellikteki kratere nefesimi kesen dağ manzaraları seyrederek ve yerlilerle anlaşmaya çalışarak, ikramlarını afiyetle mideme indirerek vardım. Zaten diğer turistleri aşağıya indiren rehberler vardı ve onlardan birinin arkasına takıldım ben de. Kratere inmek oldukça keyifli ama maalesef çıkması biraz zor oldu, yarım saatte indim aşağıya ama çıkışım bir saatten daha uzun sürdü ve kan ter içimde kaldım çünkü yükseklik ne de olsa buraya alışık olmayan bedenimi zorluyor. Aşağıya inip de yukarı çıkamayan turistler için yerliler aşağıda eşek ya da atlarıyla bekliyorlar, bense gurur yaptım ve ben çıkarım, nasıl olsa zamanım da var dedim ve bu arada inalmaz hızlarla yanımdan geçen yerlileri de hayranlıkla izledim. Yeniden kraterin ağzına vardığımda günü yarılamıştım ve bir şeyler atıştırıp Macachi kentine gittim, sıcak su diye tutturduğum için zor da olsa bir hostel buldum ve geceyi de bu şehirde geçirdim.

Benim gibi tursuz Cotopaxi tırmanışı yapmak için gelen bir İsviçreli bir de Tayvanlı ile tanıştım ve bu tırmanma işini birlikte yapmaya karar verdik. Ulusal bir park olan Cotopaxi volkanik dağına rehbersiz giriş yapmak yasak. Buraya bir çok tur geliyor ve parkın girişinde tursuz gelenleri de gruba dahil ediyorlar. Sabah erkenden hep beraber bizi ulusal parkın girişine götürmesi için bir kamyonetle anlaştık ama neyse ki bu sefer 1 saatlik yolculuğu kamyonetin önünde yapabildim yoksa galiba donarak inmiş olurdum, benim hafta sonu Cotopaxi tırmanışı arkadaşlarımın ise kamyonetten indiklerinde yüzleri resmen soğuktan ve rüzgardan morarmıştı. Bir rehberle anlaşmamız 5 dakika sürmedi hemen park ücretini ödedik ve heybetli Cotopaxi tırmanışına başladık. Süzüle süzüle uçan kondor yolumuza bir süre eşlik etti. Tırmanmaya başladığımzda 3 .700 metredeydik ve yaklaşık 3 saat sürdü 4.800 metredeki ilk ana kampa ulaşmak. Bir an kalbim o kadar hızlı atıyordu ki bitiremeyeceğimi düşündüm. Fakat çok fazla sis vardı ve eğer grubu takip etmezsem ve durursam onları gözden yitireceğim korkusu ile kalbim ne kadar hızlı atarsa atsın hiç durmadan ve grubun en arkasında olsamda takibi bırakmadım. Ana kamptaki sıcak çikolatanın galiba tadı bir daha damağımdan gitmeyecek ve bundan daha güzelini bir daha hiçbir yer de bulamayacağım. Beni kendime getirdi bu sevgili sıcak çikolata ve gidilecek buzul için enerji ve cesaret toplamaya çalıştım. Tam Volkan’lık bir aktivite, ne işim var benim burada diye söylendim kendi kendime ama bir taraftan da başarmış olmanın tatlı sarhoşluğu içinde etrafı seyrettim. Buzul için 3 saatlik bir tırmanış daha var dediler, ana kampta onları beklemeyi düşündüm ama yediremedim kendime ve onlarla yola koyulmaya karar verdim, yarım saat sonra buzuldaydık; sevgili rehberimiz her çıkardığı grubun en arkasında kalana aynı şakayı yaparmış, nasıl sevindim anlatamam. Soğuk, hafif yağan kar, sis ve yükseklik yürümeyi zorlaştırıyor ve insan sınırlarını zorlarken limitini de görmüş oluyor. Ben her ülke için bir dağ tırmanışı hedefi koydum kendime, Ekvator’da iken en az 3 tırmanış yaparım diyordum ama bu deneyimden sonra diğer tırmanışı Kolombiya’ya saklayacağım; çünkü yükseklik sorun oluyor. Aşağıya indiğimizde yorgunluktan ve açlıktan ölmüştük hemen kendimize şehirde bir ziyafet çektik, hostele döndük ve diğer günü uyuyarak geçirdim.

Quito’ya ancak Pazartesi günü akşam saatlerinde varabildim. Haftanın ilk günlerini dinlenerek geçirdim. Perşembe günü ise 3.300 metrelik Papallacta isminde sıcak kaplıcalarla çevrili minnacık bir yere geldim. Hava çok güzeldi etrafı gezdim, yürüyüş yaptım. Açık havada etraftaki volkanik dağları seyrederek yorgunluğumu atmak için sıcak suyun ellerine bıraktım kendimi. Doğal güzellikleri ve cana yakın insanları ile çok çekici bir ülke Ekvator ve ben daha Amazon bölgesine ve plajlarına gitmedim.

Şu anda ise yine sıcak su kaplıcaları ile çevrilmiş olan isminden de anlaşılacağı üzere Banos’tayım (Banyo diye okunuyor). Sabah güzel bir yürüyüş, ardından kaplıca, daha sonra masaj yaptırdım. Yavaş yavaş Amazon ormanlarına doğru ilerliyorum.

Lataqcunga - Qulitoa Yollarinda




Zumbahua





Quilotoa





Cotopaxi