23 Ocak 2011 Pazar

Çoban, Kaybolan Laması ve Nefes Kesen Potosi

Muhteşem And Dağları’nın kah yamaçlarında kah tepelerinde, muhteşem görüntüler eşliğinde, nefesimi tutarak, her anı, her görüntüyü aklıma kazımaya çalışarak, gözlerimi kırpmadan dört açarak, çok ama çok susamış ve kana kana su içen birisinin iştahı ile yol almaya devam ediyordum. Bolivya’nın Potosi şehrine geldiğimde ise nefesimi tutmama gerek kalmadı çünkü zaten  burada nefes almak çok zordu. Potosi dünyanın en yüksek şehirlerinden biri, dört bin doksan metre yükseklikte. And Dağları’nda  çok görünen ve bu coğrafyaya özgü bir hayvan olan lamalar ise dağlarda, daha yükseklerde otlatılıyor. Bu coğrafyanın en güzel hayvanlarından biri olan lama, aynı zamanda yine bu coğrafyanın ve Avrupa’nın kaderini de etkileyecek bir olaya sebep olduğunu biliyor mudur acaba? 1545 yılında lama çobanlarından birinin başı firar eden bir lamayla belaya girer, çobana düşen bu lamayı arayıp bulmaktır. Hava kararmış ve çok soğumuştur. Isınmak için  ateş yakar çobanımız ve işte o an olanlar olur; ateşin etrafı ışıl ışıl parlamaya başlar. Çobanının şans eseri bulduğu bu ışık “Ağlayan Tepe” anlamına gelen, yerlilerin “Huakasi” dedikleri Cerro Rico Dağı’ndaki gümüşten başka bir şey değildir. O an için böylesine bir parıltının uğur getirmesi beklenebilirdi belki ama Potosi’deki bu gümüşten dağ insanlığın felaketlerinden biri olur. Kaybolan lamasını aramaya çıkan çoban nereden bilebilirdi ki bu göz kamaştıran parıltının bir felakete yol açabileceğini. Bilse belki de bu haberi yaymaz, gözü doymak bilmeyen sömürgeci güçler ve İspanyollar buraya gelmez, Potosi’nin gökleri gümüş ve altın çıkartmak için buraya getirilen ve hayatını bu madenlerde kaybeden sekiz milyon Afrikalı köle ve Amerikalı yerlinin çığlıklarıyla dolmazdı.

Zorlu bir yolculukla varabilmiştim Potosi’ye. İçimi kemiren bir sıkıntı musallat olmuştu, hem bu şehri ve insanlarını tanımak istiyordum hem de geçmişi acılarla dolu bu şehre gitmekte zorlanıyordum. Yalnız değildim gerçi, Uyuni Tuzlası’nı beraber gezdiğim yol arkadaşlarım Kanadalı Eric, Danimarkalı Morten, Brezilyalı Paulo, İngiliz David ve İşviçreli Steve ile beraber karar vermiştik buraya gelmeye. Otobüsümüz yola çıkalı daha iki saat olmuştu ki çamura saplandı. Bu arada Uyuni ile Potosi arasındaki yolun toprak yol olduğunu ve Güney Amerika’nın en fakir ülkesi olan Bolivya’daki otobüslerin durumlarının çok da iyi olmadığını belirtmekte fayda var. Artık otobüslerin bozulmasına, tamir edilirken inip sabırla beklemeye alıştım, hatta bu zoraki molaların hoşuma gittiğini bile söyleyebilirim. Bir gayretle buralılarla konuşmaya çalıştım bu molada da. Yeni öğrendiğim dilde potlar kırdım, seviyorum bu yanlışları, kıkırdayarak yanlışımı düzeltip doğrusunu öğretmeye çalışırken yolcularla aramızdaki buzlar eridi birazcık. Bolivya’nın yerlileri ile konuşurken dokunmamaya dikkat etmek gerekiyor, el sıkışmanın dışında selamlaşırken öpüşmek ya da fiziksel temas kültürlerinde yok. Çantasında sadece iki adet ekmeği olduğuna emin olduğum teyzenin, ekmeğinin birisini benimle paylaşması karşısında sarılıp öpmek geçti içimden iki uzun örgüsü ve fötr şapkası olan teyzeyi ama tuttum kendimi.

Gezi esnasında en büyük mutluluklarım buna benzer paylaşımlar oldu hep. Eziliyorum bu cömertliğin karşısında, elindekinin yarısını bölüşmesini bilen bu Amerikalı yerli teyze bir tarafta ve onun toprağını yüzyıllardır sömüren ve halkını ezenler diğer tarafta. Ne adaletsizlik bu böyle, ne zaman bitecek? Bitecek mi? Ben de kendi çantamdan mandalinaları çıkarıp ikram ettiğimdeyse teyze “mola yerinde Coca-Cola ısmarlarsın” dedi. Buyur buradan yak, verdiği cevap sizi şaşırtmış olabilir. Bütün Bolivya halkı durmadan kola içiyorlar, su içen görmedim ama elinde kola şişesi ile yolculuk yapan ya da yolda yürüyen yerlileri gördükçe çok hem de çok şaşırdım. Ne büyük bir tezatlık, sen koca Amerika’ya kafa tut ama o Amerika hiç çıkmayacak bir biçimde sızmış olsun pazarına. Ben bunları düşünürken dondurucu soğukta otobüs tamirinin bitmesini bekledik ve yeniden yola düştük.

Şehre çok az kalmıştı ki ateşe verilmiş araba tekerlekleriyle yolları kapatmış olan göstericilerin protestolarıyla karşı karşıya kaldık bu sefer. Düşmanca bakışlar firlatıyorlardı göstericiler otobüsün içine, ülkelerinde rahat hayatları olan ve hatta buralara kadar gelebilecek ekonomik özgürlüğe sahip olan bizlere. Haklıydılar, ne de olsa lama çobanının bulduğu gümüş dağından, 185 bin kilo altın ve 16 milyon kilo saf gümüş çıkartılmış, tamamı İspanya’nın Sevilla kentine taşınmıştı. Rezervler bittiğindeyse Potosi’ye kalan sefalet, açlık ve yoksulluk olmuştu; bir de buraya, bu madenleri görmeye gelen ve onlara sürekli o acıları hatırlatan bir sürü turist ve gezgin…

Yükseklikten dolayı tarım yapılamayan Potosi’de insanların hayatlarını sürdürebilmesi için ya hayvancılık yapmaları ya da Bolivya devleti tarafından kamulaştırılmış olan ve eski zenginliğini kaybetmiş Cerro Rico madeninde çok kötü şartlarda çalışmaları gerekiyor. Gösterilerin nedeni de kendileri için yeni iş imkanları doğurabilecek çimento ya da metal fabrikasına fon ayrılmasını istemeleriymiş. Evo Morales çok seviliyor ve bir kurtarıcı gözüyle bakılıyor. Yine de istekleri olduğunda yollara barikatlar kurmak ya da grevlere gitmekten çekinmiyorlar. “Değişimin gerçekleşmesi ve Bolivya’nın kalkınması çok uzun zaman alacak” diyorlar, “İsteklerimizi yeri geldiğinde Evo’ya hatırlatmak zorundayız.”diyorlar.

Barikat sebebiyle iş başa düşmüştü, daha doğrusu ayaklara; şehre yürüyerek girecektik. Dünyanın en yüksek şehri Potosi’ye 12 kiloluk sırt çantam, 3 kiloluk küçük çantamla yürümek düşüncesi hiç de hoşuma gitmemişti. Neyse ki bu fırsattan yararlanmasını bilen motorsikletli bir Bolivyalı imdadıma yetişti ve beni otobüs fiyatının nerdeyse üç katına varmış olduğumuz şehirdeki hostelin önüne kadar götürmeyi kabul etti. Yolda bıraktığım diğer arkadaşlarım ise bol bol mola vererek yürüdükleri için ancak 3 saat sonra ulaşabildiler hostele. 4.000 metrede yürümek hiç kolay değil hele bir de sırtınızda yükünüz varsa.

Potosi’nin zengin olduğu dönemleri cumbalı evlerden, görkemli kiliselerden ve saray kalıntılarından hayal etmek mümkün. İspanyol madenciler ne kadar zengin olduklarını gösterebilmek adına kenti baştan yaratmışlar. Her gün madenlerde onlarca insan ölürken, ortaya çıkan İspanyol azınlık çok şatafatlı günler geçirmişler burada, ta ki 18. yüzyılın başında rezervler tükeninceye kadar.   Gelmişler, rahat ve şaşalı günler geçirmişler, milyonlarca insanı madenlerde boğmuşlar ve sonra buraya üzüntü, gözyaşı ve fakirlik bırakıp bütün zenginliklerini ülkelerine taşımışlar. İçim büyük bir hınçla doldu burada, aklım almıyor bu haksızlıkları. Potosi, UNESCO tarafndan Dünya Miras Listesi’ne alınmş. İspanyol madencilerin yaptıkları binalar şatafatlı olmasının yanı sıra taş işçiliği bakımından da göz kamaştırıcı ama nedense benim gözlerimi kamaştırmak yerine içimi hüzünle karışık bir öfkeyle doldurdular.

Potosi’nin turist-gezgin güzergahı olmasının nedeni hem dünyanın en yüksek şehri olması hem de her tarafı delik deşik edilmiş olan bu şehrin madenlerine inilmesini sağlayan turistik atraksiyon. Şehrin her tarafını kaplayan birçok acente bu madenlere tur düzenliyorlar. Arkadaşlarımın ısrarı üzerine ben de yazıldım böyle bir tura içim sıkıla sıkıla, istemeye istemeye. Sabah erken saatlerde geldiğimdeyse Ağlayan Tepe’nin karşısına, inemedim maalesef madene. Madene inmeden önce hayatımın en garip hediyelerinden almam tavsiye edildi. Dinamit, patlatmalarda kullanmaları için ufak bir katkı; alkol, madenin efendisi olduğuna inandıkları ve tünellerden birine yaptıkları Tio ismindeki bir heykele sunulmak üzere; koka yaprağı ise çalışırken açlığı hissettirmeyen, yerlilerin yaşantısının vazgeçilmez bağımlılığı. Yanımdan geçen her madencinin yanağı şişmiş durumda, yanakla diş arasına sıkıştırılan koka yaprakları hem açlığı bastırıyor hem de yorgunluk hissini ortadan kaldırıyor. Sosyal güvenceleri yok bu madencilerin ve her gün on saat çalışıyorlar. Tüylerim ürperdi, midem bulandı, gözlerim doldu ve almış olduğum bu garip hediyeler elimde kalakaldı. Nasıl inecektim ki aralarında yaşları 13-14’ü geçmeyen çocukların bile olduğu ve madene girdikten sonra 10 yıl gibi bir ömür biçilen bu insanların yanına sanki hayvanat bahçesine girer gibi. Oturdum ve düşüncelere daldım, “Cerro Rico - Zengin Dağ” a yerlilerin “Huakasi -Ağlayan Tepe” demelerinin nedenini iliklerime kadar hissettim.

Görkemli yapıların önünden geçen, pançoları eski püskü olmuş ve avurtları çökmüş yaşlı amcalar ya da saçlarını ortadan ikiye ayırarak ören, fötr şapkası takan ve kendilerini çok şişman gösteren rengarenk etekler giyen kadınlar çok  soğuk davranırlar burada dışarıdan olanlara. “Yerliler kendi zenginliklerinin gazabına uğradılar. Aslında Latin Amerika’nın acıklı tarihinin en kısa özeti budur.” diyen Eduardo Galeano’nun sözlerinin doğruluğunu Amerikalı yerlilerin gözlerinden okumak, birebir o acıların yaşandığı şehirlerden birinde bulunmak çok zor geldi bana.

Potosi’ye veda ettim ve rotamı Bolivya’nın beyaz şehrine, güzeller güzeli Sucre’ye çevirdim. 

Potosi