16 Eylül 2010 Perşembe

Aynı güne üç ülke ve Iguazu Şelaleleri sığar mı?

Buenos Aires’ten ayrıldım ve 18 saat süren bir yolculuktan sonra Arjantin’in Puerto Iguazu kentine ulaştım. Şimdiye kadar uçak yolculukları da dahil olmak üzere yaptığım en konforlu yolculuk da bu 18 saat içerisinde oldu. Biletimi almaya gittiğimde kendime bir kıyak çekip şimdiye kadar kullanmadığım 160 derece yatabilen yatakları olan (Cama deniliyor) üstelik şarapla birlikte sıcak yemek servisinin yapıldığı otobüs biletlerinden almaya karar verdim. Arada sırada insanın kendini şımartası geliyor, biliyorum ben bu şımartma konusunu biraz abarttım, farkındayım.

Sevimli ve küçücük Puerto Iguazu şehrine varır varmaz kalacağım hosteli bulup yerleştim. Aşağı yukarı 60 yaşlarında olan Angelo’yla da burada tanıştım. Emekli olmuş çocuklarını evlendirmiş ve kulakları iyi duymadığı için devletin O’na sağladığı ülke içinde ücretsiz seyehat edebilme imkanını kullanıyor ve şimdiye kadar gidemediği yerlere gidiyor. İngilizcesi hiç yok benim İspanyolcam ise basit gündelik konuşmaları idare edecek kadar olsa da beraber şelaleri gezmeye karar verdik. Gayet iyi anlaştık, İstanbul’a gelip beni ziyaret edeceğine dair söz verdi, ben de O’na boğazda balık ve rakı sözü verdim.

Bu bölgede toplam 275 şelale var, 250’si Arjantin tarafında, 25 tanesi ise Brezilya’da. Bu şelaler ve Parana Nehri, Brezilya ile Arjantin arasındaki ülke sınırını çiziyor. Iguazu, diğer şelalerle karşılaştırıldığında toplamda 2.700 metrelik genişliği ve 80 metre yüksekliği ile ‘dünyanın en muhteşem ve büyüleyici şelaleri’ ünvanını sonuna kadar hak ediyor. Bu bölgenin diğer bir özelliği ise Paraguay, Arjantin ve Brezilya’nın birbirine sınırlarının olduğu bir yer ve isterseniz aynı gün içerisinde 3 ülkede de bulunabilirsiniz. Iguazu ismi, Paraguay ve Bolivya’nın yerli dili olan Guarani dilinden geliyormuş, anlamı ise ‘büyük su’

Önce bütün şelalerin yanyana dizilmiş hallerini görebilmek ve bu zevki yaşamak için Brezilya tarafını ziyaret etmeye karar verdik. Sabah erkenden kalktık, otobüs durağına gittik ve Arjantin’den çıkışımızı yaptık, Brezilya tarafına geçtik. Birden her şey değişti, uzun zamandır sadece İspanyolca olan tabelalar artık Portekizce oldu, insan çehreleri değişti.

Iguazu Ulusal Parkı’na geldik, giriş ücretini ödedik, parkın haritasını aldık. Üstü açık otobüse binip yağmur ormanında ilerlemeye başladık ve bir süre gittikten sonra inip yürümeye başladık. Brezilya tarafı, Arjantin tarafındaki şelalerin hepsini gördüğü için sağladığı panoramik görüntüyle yürümeyi zorlaştırıyordu çünkü her adımda şelaleler bir öncekinden daha muhteşem görüntüler sunuyordu. Garganta del Diablo'ya (Şeytanın Boğazı) geldiğimizde ise ne Angelo ne de ben kıpırdayamaz duruma gelmiştik. Üstelik kulakları çok iyi işitmeyen Angelo için yaklaştıkça dökülen tonlarca suyun çıkardığı ses –benim için o sesler, dünyanın en güzel müziği idi o an- O’nu çok etkilemişti. Şelaleri daha iyi hissedebilmemiz için yapılmış olan parkurda yürüyüpte en uca yaklaştığımızda düşen damlalarla ıslanmaya başlayınca, her şeyi bırakıp dans etmeye başladık. Yalnız değildik, bizimle birlikte çocuklar gibi çığlıklar atan, dans eden ve zıplayan diğer ziyaretçilerle birlikte sadece dakikalar içerisinde sırılsıklam olduk ama çok eğlendik, şelalenin enerjisi içimizi doldurdu.

Sanki şelale bitmek üzere olan pillerimizi şarj etmişti ve “madem bu kadar yakınız, hadi bir de Paraguay’a geçelim” dedik. Parktan bir otobüse bindik ve Parana Nehri üzerinde kurulmuş olan Dostluk Köprüsü’ne geldik. Bu köprü, Paraguay ve Brezilya’yı ayıran sınır görevini görüyor, üstelik köprü üzerinden yürüyerek geçiliyor ve birden Paraguay’da oluyorsunuz. Yolunuz buralara düşerse ve Paraguay’a bu biçimde geçerseniz, boşuna bir sınır görevlisi aramayın çünkü geçiş sanki serbest, hiçbir kontrol yok. Köprü ise tam bir curcuna; bisikletliler, motorsikletliler, büyük naylon torbalarla alışveriş etmiş ve Brezilya’ya ya da Arjantin’e dönen insanlar, çocuklar ve köpekler ile dolu tıklım tıklım bir köprü. Öyle bir köprü ki beni bitiminde karşılaşacağım ilginç görüntüye hazırladı. Bir alışveriş çılgınlığının yaşandığı yere gittiğimizi biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Köprü bitip de Ciudad Del Este isimli şehre ulaştığımızda biz de artık bu çılgınlığın içerisindeydik. Ciddi anlamda hiç bir kuralının olmadığı, vızır vızır trafiğin işlediği caddelerde, karşıdan karşıya geçmek başlı başına bizim için, özellikle Angelo için, başarılması güç bir görevdi. Bir çok ünlü markanın çok ama çok ucuz ürününün satıldığı bu yere büyük alışveriş merkezleri kurulmuş. Her birinin önünde ise silahlı hatta kalaşnikoflu adamlar nöbet tutuyor. Yanlarında ise bakmadan geçemeyeceğiniz dünyalar güzeli kızlar müşterileri içeriye çekmeye çalışıyorlar. Reklam tabelaları gözümüzün içine girmekle kalmıyor resmen içimize işliyordu ve bizi kendi alışveriş merkezlerine çekmeye çalışanlar ise bir türlü peşimizi bırakmıyordu. Hiç bir yerde bu kadar çok dükkan, alışveriş merkezi ve bu kadar çok reklam panosunu görmedim. Çok ama çok çirkin bir yer bence ama pişman değilim gittiğime, edinilmesi gereken bir deneyim. Kapitalizmin korkunç yüzü burada bütün utanmazlığı ile sinsi sinsi kocaman bir surat olarak gülümsüyor. Konuşuyor aynı zamanda ve diyor ki “Eğer bu pahalı markaları alamıyorsanız, sizin için aynı markanın taklitlerini yarattım, bunları alın kimse gerçeği ile kopyası arasındaki farkı anlamayacak. Al, daha çok al, daha çok şey satın al. Hem de markası olsun ki insanlar bunu karşılayabilecek kadar imkanın olduğunu düşünsünler, sende bu sahte güven ile başka bir insan olacaksın, sahte ama başka birisi.” Kara para aklanan yer olarak biliniyor burası, vergi ve gümrük alınmıyormuş burada satılan mallardan. Biz bu alışveriş şehrini hiç sevmedik ve bu şehirde Paraguay’a ait hiç bir şey bulamayacağımızı anlayıp Arjantin’e dönmeye karar verdik. Güvenli olmadığı için burada hiç fotoğraf çekemedim en çok da buna üzülüyorum, bu tabloyu paylaşmak isterdim sizlerle…

Ertesi gün planımız belli idi, tam bütün bir günü alacak olan Arjantin tarafındaki şelaleleri gezecektik. Sabah çok erken düştük yola, kolay değil yaklaşık 3km byunca sıralanmış olan şelalerin görebildiğimiz kadarını görmek istiyorduk. Şelaleler dışında burası tropik orman olmasından dolayı biyolojik açıdan büyük bir zenginlik sunuyor. Sadece kuş türü olarak 450 tür kuş varmış, gerisini siz düşünün. Parkın içinde bulunan bir trenle Garganta del Diablo’nun (Şeytan Boğazı) bulunduğu yerin başlangıcına geldik. Şelaleri daha iyi özümseyebilmek için burada da üzerinde yürüyebileceğiniz parkurlar var. Bir önceki gün buraya karşıdan bakarken şimdi parkur üzerinde yürüdükçe sanki içindeymişiz gibi hissetmeye başladık. Öğle yemeği molası verdiğimizde ise dünyanın en sevimli hayvanlarından olan uzun burunlu karınca yiyenlerle tanıştık. Bu karınca yiyenler, insanlara çok alışık olduğu için yanınıza kadar gelip çantanızda yiyecek varsa çantayı açıp ufak hırsızlık yapmaları ile ünlüler.
Günün geri kalanı irili ufaklı diğer şelaleri ziyaret ederk geçirdik ve müthiş bir mutlulukla geri döndük hostelimize… Ertesi gün ise benim için 23 saatlik bir yolculuk başladı, Arjantin’in kuzeyinde yer alan Tucuman’a doğru…

Sevgiler….

Iguacu - Brezilya





































Iguazu - Arjantin














































3 Eylül 2010 Cuma

Kalpten Gelen Nağmeler

Kulağımda Astor Piazolla ve Gardel’in tango ezgileriyle, Cordoba’dan çıktım yola ve uzun süren bir gece yolculuğundan sonra “İyi Havalar” anlamına gelen Arjantin’in başkenti Buenos Aires’e ulaştım. Tangoyu çok severim ve bu müziği her dinlediğimde kendimi Buenos Aires’te bu müziği yapan sokak sanatçılarını dinlerken ve seyrederken hayal etmişimdir. Çok istemiş olmama rağmen hiç bir zaman tango dansını öğrenemedim ama tango müziğini hep keyifle dinledim. Peru vizesi almak için güzergahımda daha sonra yer almasına rağmen Buenos Aires’e geldim fakat yeniden geleceğim için görmek ve yapmak istediklerimin çoğunu bir sonraki gelişime bıraktım.

Üniversitedeyken klasik gitar çalmayı çok istemiş ve bu aşk uğruna bir de gitar almıştım. Kısa bir süre sonra ise bu konuda kabiliyetsizliğim ortaya çıkmış, ben de bu sevdadan istemeyerek vazgeçmiştim. Bu işi layıkıyla yapan bir çok insanla tanışmış ve dostluk kurmuş olmam ise yanıma kar kalmıştı ve bu sayede gitardan hiç kopmamıştım.

Bu dostlardan biri olan Serkan, yıllar önce Arjantin’e gelmiş Türk bir gitarist ve besteci, buraya bu kadar erken gelişimin sebeplerinden birisi de kendisi idi. Serkan ile yazışıyorduk, geleceğimi biliyordu ve tabii ki buluşacaktık. Buenos Aires’e, O’nun konserinden bir gün önce gidecektim. Yıllardır görmediğim arkadaşımla buluşacaktım ve bir de konserini izleyecektim daha ne olsun. İspanyolca’yı ana dili gibi öğrenmiş, buraya yerleşmiş, müziğini yapıyor, çok mutlu ve Buenos Aires’i çok seviyor. Buluştuğumuzda bir süre bir tutukluk yaşadık ama daha sonra Buenos Aires’in geniş caddelerinde uzun yürüyüşler yapıp, eski günlerden, ortak arkadaşlardan, Türkiye’den ve Arjantin’de yaşamanın nasıl bir deneyim olduğundan konuştuk.

Serkan 20 yaşında başlamış gitar çalmaya, Adana’da yaşarken ve sanatla hiç bağlantısı olmayan bir iş yaparken. Kendini ifade edeceği bir yol arayışı içerisindeyken gitar ile bir ömür boyu sürecek tutku başlamış aralarında. Hiç öğretmeni olmamış, hep kendi çalışmış, çok çalışmış. Şu anda yaptığı müziği, Türk müziğinden, Jaza, kasik müzikten, Latin Amerika müziğine kadar her türlü kaliteli müziği dinleyerek beslemiş. Buenos Aires’te yapılan ve dünyanın en önemli festivallerinden biri olan “Guitarras del Mundo”ya davet edilmiş, daha sonra da Latin Amerika Müziği’ne duyduğu ilgiden dolayı burada yaşamaya karar vermiş. 2006’dan 2010 yılına kadar her yıl Arjantin’de yapılan bu festivalde kendi müziğini sergilemiş.

Merak ediyorum, insan nasıl adapte olur başka bir ülkeye, zor değil midir bu kadar uzaklarda yaşamak? Özlemez mi insan yıllardır ait olduğu toprakları, içinde doğup büyüdüğü kültürü? Sekan’ın cevabı beni hiç şaşırtmıyor “geldiğim günden itibaren müzikle o kadar meşgul oldum ki, adapte olma sürecinin farkına bile varamadım.” Galiba tutku denilen şey böyle bir şey olsa gerek. Serkan’ın müziği kişisel bir tarz, kendine has karakteristikleri var, kimsenin müziğine “Fusion” demesini istemiyor, onun için her tür müzik “Fusion”. Yaptığı müziğin; Jazz, klasik müzik, etnik müzik, modern müzik, Latin Amerika müziği ya da Türk müziğinden uzak olduğunu ama bu tarzların her birinden elementler taşıdığını ve kendi kişisel müzik tarzını yarattığını söylüyor.

7 telli gitar ile Arjantin folklor müziğini çalıyor hatta bu müziği besteliyor. Her zaman Arjantin folklor müziği, diğer Arjantin müziklerinden daha fazla ilgisini çekmiş. Müzik anlamında çok zengin ve sade buluyor ve bu müzik türünün kendisine beste yaparken kullanabileceği bir çok fikir verdiğini söylüyor. Arjantin ve Türk folklor müziği arasında bir benzerlik olup olmadığını sorduğumda ise dünyadaki tüm folklor müzikleri arasında bir ilişki olduğunu ve doğrudan oranın halkından geldiğini, oranın köyünden, yaşamından, manzarasından ve alışkanlıklarından çıktığını dile getiriyor. Hepsinin sade ve güzel olduğunu söylüyor.

Türkiye’de uluslararası müzik festivallerinde çalmış, Brezilya’da bir çok şehirde önemli konserlerde sergilemiş hünerlerini. Arjantinin en önemli müzik şirketlerinden biri olan EPSA ile sadece kendi eserlerinden oluşan iki albüme imza atmış; "Paisajes de Infancia (Çocukluktan Manzaralar) 2008" ve "Descalzo (Yalnayak) 2010". Aynı zamanda tüm müziğini kendisinin bestelediği "Bosphorus" adlı grubun da kurucusu.

Size Serkan’ı dinleyebileceğiniz linkler ve tüm bestelerinin yayınlanmış notalarının adresini vermek istiyorum, sizler de O’nun müthiş müziğinin keyfini çıkarabilin diye;

Bir konserinden video; (Buenos Aires); Dúo Bosphorus “Silencio Horizontal” http://www.vimeo.com/12419966">http://www.vimeo.com/12419966

“Guitarras del Mundo” (Buenos Aires) festivalinde Aşık Veysel'in bir parçasını yorumluyor; “Dost çevirmiş yüzünü benden”;
http://www.youtube.com/watch?v=wgtyvR7FO7g

Eserlerinin Buenos Aires te yayımlanmis notaları;
http://www.epsapublishing.com/serkan_yilmaz#2

Dönelim benim hikayeme, Buenos Aires’te kaldığım süre boyunca Serkan’ın dünyalar güzeli kız arkadaşının evinde misafir oldum ve hemen hemen şimdiye kadar kaldığım bütün evlerde olduğu gibi burada da kendimi evimde gibi hissettim. Bir arkadaş grubu ile bir akşam toplanıp Türk yemeği yapıp yedik ve Serkan’ın çok özlediği etli fasülye yemeğini yaptığımda tabaklar dolusu yiyişini büyük bir keyifle izledim, bir sonraki ziyaretimde karnıyarık yapacağıma dair söz verdim, bu da kendimce O’na bana bu güzel anları yaşatmanın bir hediyesi olsun istedim.

Peru vizesi için başvuruda bulundum, büyükelçiliğe sabah erkenden gittiğimde gördüğüm manzara ise vize alıp alamayacağım konusunda beni endişelendirdi, elçiliğin önünde sabahın erken saatinde toplanan kalabalık sokağa taşmıştı. Hepsi Perulu olan ve kendi ülkelerinde değil de ekonomik nedenlerden dolayı burada yaşamaya çalışan bu insan kalabalığını içinde gerekli evrakları edinip, bunları doğru doldurup, doğru yere ulaştırmam gerekiyordu ama bütün açıklamalar İspanyolca idi ve İngilizce bilen kişiye ulaşabilmem için evrakları doldurmam ve sıramı beklemem gerekiyordu. Tam bir gün süren günün sonunda bütün işlemleri halletmiş ve evraklarımı pasaportla birlikte teslim etmiş ve iki gün sonra vizemi alabileceğim öğrenmiştim. Bu haber sonrası bütün gün ayakta beklemiş olmamın ve yorgunluğun bir önemi yoktu tabii. 2 günüm vardı Buenos Aires’te, ben daha çok zaman ayırmak istemiştim ama zaten dönüşüm buradan olacağı için gerçek keşfi sonraya bıraktım.

Canım arkadaşım Serkan’ın konserini büyük bir gururla dinledim, hele hele Türk ezgilerini duyunca, bizlere özgü olduğunu düşündüğüm bir duygusallıkla, akan gözyaşlarıma hakim olamadım. Kimseler görmesin diye de elimden geldiğince sakladım ağladığımı, bu da bize özgü bir durum ne de olsa, duygusallığı saklamak, zayıflık göstergesi diye öğretmişler ne de olsa çocukluğumuzda ve kimseler bilmemeli zayıf noktaları. Ne zayıflıktı beni ağlatan ne de özlem, beni bu kadar duygusallaştıran Serkan’ın gitarından, kalbinden çıkan namelerin içimde bir yerlerdeki anılara dokunması ve bu anıların bu nağmelerde yaşıyor olması idi, mutluluk gözyaşlarıydı bunlar.

Oldukça keyifli, güzel, bol sohbetli geçen Buenos Aires günlerinden sonra Peru vizemi de almış olmanın verdiği mutlulukla, yine çok uzun sürecek olan bir yolculukla dünyanın en görkemli şelalesini görmeye Iguazu’ya doğru düştüm yola. Bu hikayede bir sonraki yazıya.

Müzik dolu geçsin günleriniz, sevgilerle….