31 Ekim 2010 Pazar

Kıvrıla Kıvrıla Giden Yolların Ardında, Dağların Arasında

Kuzey Arjantin’de, rengarenk dağlarının arasında gezmeye devam ediyorum. Arjantin’in güneyine, Patagonya Bölgesi’ne vurulmuş ve bir türlü ayrılmak istememiştim oradan. Şimdi ise aynı doğayla bütünleşme hissini burada Kuzey Arjantin’de yaşıyordum. Devasal gök kubbenin altında minnacık kalarak varlığımın aslında bu eko-sistemde ne kadar da küçücük bir yer kapladığının, büyük şehirlerde gezerken unutmuş olduğum, akıp giden armoninin bir parçası olmanın ne büyük bir mutluluk olduğunun yeniden farkına vararak mutluluktan uçmaya başlamıştım yine. Üstelik bir de burada yükseklikten kaynaklanan, hani nerede ise parmak uçlarımda yükselsem gökyüzüne dokunabilirim duygusu beni çılgına çeviriyordu.

Arjantin’de olmama rağmen konuşulan dil İspanyolca değildi, kızılderililerin konuştuğu Quechua dilinin gizemli dünyasında, ne dendiği anlamıyor ama konuştuklarına kulaklarımı kabartıyor ve o gizemli dilin seslerinde kayboluyordum. Cachi’den bindiğim otobüste bu seslerin arasında bırakın benimle konuşmayı göz göze bile gelmemeye çalışan yerlilerin arasında yolculuk yaparak Salta’ya gelmiştim. Çevrelerine ördükleri bu koruma duvarını aşmak ve iletişim kurmak pek mümkün görünmüyordu. Hep diğer gezginlerden duyduğum bir şeydi bu. Sömürünün ve zulmün altında geçen yıllardan sonra bir de şimdi turistlerin gelip fotoğraf makinelerini gözlerinin içine sokmalarına tahammülleri yoktu. Ruhlarının çalındığına inanıyorlardı ve geriye tek kalan şey ruhları idi, bunu da korumak adına hiç bir yabancı ile iletişime geçmiyorlardı. Ben sanki orada değildim, yoktum ben. Çocuklarının başının bile benim olduğum tarafa çevrilmesine izin vermiyorlardı. Benim için ilginç bir deneyimdi bu, daha önce hiç yaşamadığım bir şey. Otobüs mola verdiğinde onlarla birlikte büyük kazanların içinde kaynayan, sebze ve etten yapılmış olan çorbadan almak için sıraya girmiş ve tek iletişimim de satıcı kadınla olmuştu, sonrası yine benim için Quechua dilinin gizemli seslerindeki sessizlikti.

Salta’ya gelip otobüsten indiğimde ise bu yerli halk kendi köylerine doğru yol almış ben ise hostelimin yolunu tutmuştum. Kuzeye geldiğimden beri değişmiş olan kokulara, insan çehrelerine, renklere, doğa koşullarına ve tavırlara uyum sağlamaya çalışıyordum.

Gezdiğim bütün Latin Amerika ülkeleri şehirlerinde olduğu gibi burada da İspanyollar’dan kaldığını düşündüğüm geleneksel büyük meydanlardan biri var, 9 de Julio. 16 yüzyılda İspanyollar tarafından kurulan Salta, eski kolonyal binalardan oluşan gezmesi çok kolay bir şehir. Salta ismi, başka bir yerli dil olan Aymara dilinden geliyor “sagta”, anlamı ise “en güzel olan” demekmiş.

Teleferikle çıkalabilen San Bernardo Tepesi var, buradan yemyeşil Salta’ya kuş bakışı bakılıyor. Ben çıkışı teleferikle yaptım inerken ise merdivenleri kullandım. Hostele geldiğimde ise bir hafta önce birlikte otostop yaparak Cafayate’den Cachi’ye kadar gittiğim yol arkadaşım Frazsız Francois ile karşılaştım yeniden. Birlikte gezmeye karar verdik. Salta’da “El Tren a las Nubes isminde bulutlara tırmanan bir tren var. 11 saat sürüyor yolculuk, en güzel noktalarda mola veriliyor. 4220 metre yüksekliğe kadar tırmandığı için de mühendislik harikası olarak kabul edilen bu trende, bir günlük bir tur almak mümkün, ikimizin de yapmak istediği bulutların arasında bu trende seyahat etmekti fakat gişeye gidip fiyatının 600 Peso olduğunu öğrenince ikimizde bu sevdadan vazgeçtik. Onun yerine hostelden iki kişiyle daha anlaşarak, dört kişi olmanın verdiği güçle bu güzergahı yapabileceğimiz bir turu çok daha ucuza satın aldık. Sabah erken saatte gelen arabaya doluştuk ve tren yolunu izleyemeye başladık. Yeşil Salta’yı arkamızda bırakıp yukarılara çıktıkça sadece yeterli yağmur yağdığında yılda 1 cm büyüyebilen, 4 ya da 5 metrelik kaktüslerin yaşlarının yüzden fazla olduğunu öğrendik. Bundan dolayı bu kaktüsler koruma altına alınmış. Aynı zamanda evcilleştirilemeyen “Vicuña” lar otlamaya başladı çevremizde. Bu hayvanların yünleri çok değerli, bu yünden yapılan kıyafetler çok pahalı, nedenini ise bu yünlerin su ve leke tutmaması. Vicuñalar da aynı kaktüsler gibi koruma altında ve avlanmaları yasak.

3000 metreye yaklaştığımızda öğrendik ki burada su neredeyse yok kadar az, gündüzleri sıcak ama akşamları çok soğuk. Yerlilerin yaşam şartları çok zor, elektrik ve su yok, evler ise tezek ve çamur karışımından yapılmış, ısıtma sistemleri yok. Rehberimiz, hükümetin yerlilere verdiği sözleri tutmadığını dile getiriyor. “Değişen bir şey yok.” diyerek devam ediyor, “sömürü tüm hızıyla devam ediyor.”

Salta’ya gelmemin en büyük nedeni Salinas Grandes, yani tuzlanın bulunduğu yeri görmekti. Bu tuzla dünyanın en büyük üçüncü tuzlası ve 212 km2 alanı kapsıyor, yükseklik ise 3450 metre. Bembeyaz tuzla uzaktan görünmeye başladığında biz de heyecanlanmaya başladık.

Yola devam edip kıvrılarak daha da yukarıya doğru tırmandık ve sonunda en yüksek noktaya 4170 metreye ulaştığımızda ise nefes almak zorlaştı. Turun son noktası ise “Cerro de Siete Colores” isimli yedi renkli dağları ile meşhur olan küçük bir yerleşim yeri olan Purmamarca idi, çöl manzarası bitmişti ve bu sefer And Dağları’nın nefes kesen rengarenk yeşil, sarı, kırmızı ve mor tonlarında başka bir görsel bir şöleni başlamıştı.

Salinas Grandes’in beyaz dünyasında gözlerimiz kamaşmış, rengarenk Purmamarka dağlarını seyretmeye doyamamış ve belli bir noktadan sonra kaç adet kıvrım olduğunu saymayı bıraktığımız And kıvrımlarından yavaş yavaş aşağıya inerek Salta’ya ulaşmıştık.

Ertesi gün ise sabah erkenden bir sonraki yere yani Tilcara’ya doğru düştüm yola. Otobüsten indiğimde benim gibi tek olan İspanyol Rose ile tanıştık ve birlikte hostel aramaya başladık. Rose, dönüş bileti olmayan gezginlerden ve ülkesinin kendisine ödediği işsizlik maaşı ile gezdiğini anlattı, çoğunlukla bu yolları otostop yaparak alıyormuş.

Bir vadiye kurulmuş olan Tilcara’nın tozlu sokakları atları ile geçen “gaucho” larla, kovboy-çobanlarla dolu. Merkezinde ise el sanatları yaparak yaşamını sağlayan insanların kurduğu çok güzel bir pazar var. Tilcara’nın çevresi, kaktüslerle dolu olan kahverengi dağlarla çevrili. Burası İnka öncesi dönemde ve İnka döneminde önemli bir konumdaymış, şehrin en yüksek noktasında ise ismini Quechua dilinden alan “Pucara” ya ait kalıntılar var.

Sıra 2700 metre yükseklikteki zamana meydan okuyan ve geçmişte yaşayan Iruya’ya gitmeye gelmişti, Rose’un da planı oraya doğru gitmekti ve birlikte bindik otobüse. Bu sefer otobüsten yana şansımız yoktu, çünkü ilk otobüsün frenleri patladı. Rose bana “ Merak etme şimdi bu otobüste bulunanlardan en az 5 kişi freni tamir etmeye talep olacak. Arjantinliler, eski arabalara olan ilgilerinden dolayı tamir işlerine de çok yatkınlar” dedi.

Gerçekten de öyle oldu, 1 saatlik dışarıda donarak beklediğimiz süre içerisinde frenler kollektif bir çalışma ile tamir edildi. Ancak 1 saat sonra yeniden arızalandı. Biz de Rose ile beraber, yoldan geçen başka bir otobüse bindik fakat yarım saat sonra onunda tekerleği patladı. Iruya’ya ulaşmak pek kolay değil, mesafe çok kısa olsada asfalt yolda değilde geniş vadilerin arasından, kıvrıla kıvrıla patika yollardan gitmek gerekiyor. Devamlı otobüsler durarak yolcu alıyorlar, çevreye baktığımda yerleşim yeri göremiyorum ve “bu insanlar kim bilir nereden yürüyerek buraya kadar geldiler?” diya merak ediyorum. Bir dağın tepesinde birilerini indiriyorlar ve yürümeye başlıyor insanlar, dondurucu soğukta ama yerleşim yeri yine göremiyorum.

Neyse ki şansımıza aslında çok da fazla araç geçmeyen bu yolda, otobüsümüzün tekeri tamir edilirken bir kamyoneti durdurabildik ve sonunda Iruya’ya ulaştık. Iruya masal köyü gibi bir yer, vadinin ortasıda mavi kilisesi ile karşıladı bizi. Tek katlı ve kerpiçten yapılmış evlerle çevrili, çevresinde ise başka kızılderili yerleşim yerleri var.

İnka torunları olduklarını düşündüğüm, yüzlerinde güneş yanığı lekeleri olan, koyu tenleri, simsiyah parlayan saçları ve sokaklarda yükseklikten hiç etkilenmeyerek deli gibi koşuşturan çocuklarıyla tam bir masal köyü. Buraya gelebilmek için çektiğimiz acılara değmişti. Üstelik kalacak yer bakınırken komün olarak burada yaşayan hippilerin bizi kendi kaldıkları yere davet etmeleri ve yemek masrafına katkıda bulunmamız karşılığında burada kalabileceğimizi teklif etmeleri üzerine daha da bir keyiflenmiştik. Burada boş olan bir evi işgal etmişler, kalanlar devamlı değişiyor, el emeklerini satarak gezenlerin, gezmeyi yaşam şekli haline getirmiş olanların kulaktan kulağa birbirlerine duyurdukları bir ev. Üç gün geçirdik burada, daha sonra Rose ile yeniden buluşmaya söz vererek ayrıldık. O, Şili’ye doğru düştü yola, ben ise sınır tanımayan bu gezginlerden üç tanesi ile yola düştüm. Hedef, bulutlara daha da yakın olabileceğimiz Bolivya sınırındaki, benim Arjantin’deki son noktam Yavi.

Teşekkür ediyorum bundan önceki yazımda sesime ses verenlere.....

Salta




Salinas Grandes Turu











Yedi Renkli Dağlarla Çevrili Purmamarca











Tilcara










Masal Köyü Iruya










5 Ekim 2010 Salı

Rengarenk Dağlarla Randevu!!!


Arjantin’in kuzeyinde gezmek istediğim 8 şehir var. Günlerdir okuma yapıp araştırdım, diğer gezginlere rotalarını sordum, gitmiş olanların listeme ekledikleriyle beraber Kuzey Arjantin rotamı belirledim. Rengarenk dağlarla çevrili bir yere doğru yol aldığımı, bütün Arjantin gezim boyunca İtalyanlara ya da İspanyolllara benzeyen Arjantinli çehresinin burada değişeceğini biliyordum. Bolivya’ya girmeden benim için hazırlık olacaktı Kuzey Arjantin.

Puerto Iguazu şehrinden bindiğim otobüsle uzun ama gerçekten çok uzun bir yolculuk yaparak Tucuman’a vardım, tam bir gün sürdü yolculuk. Müzik dinlemekle, kitap okumakla, pencereden dışarıyı, akıp giden manzarayı seyretmekle geçen tam 1 gün. Artık bu uzun yolculuklar daha keyifli hale gelmeye başladı bana, eğer 8 saatten az süren bir yolculuk yaparsam sanki yarım kalıyor bu zevklerim.

Tucuman’a gece geç sayılmayacak bir saatte vardım. Gideceğim hostale hangi otobüs ile gidildiğini ve otobüsün nereden kalktığını öğrendim. Otobüse bindiğimde şoförün şişmiş olan yanağından anladım ki koka yaprağı çiğniyor. Daha önce gezdiğim Latin Amerika ülkelerinde koka yaprağı tüketimi görmedim fakat yükseklik, Bolivya’ya doğru ilerlerken yavaş yavaş artacağı için koka yaprağı çiğneyenlerle daha çok karşılaşacağımı biliyordum. Hatta ben de yükseklik hastalığına yakalanmamak için onlarla koka yaprağı çiğneyecektim belki de. Daha önce Tucuman’ın çok güvenli bir yer olmadığını duymuştum, hostalde tanıştığım İngiliz William’ın başına gelen olayı da dinleyince sabah buradan ayrılmaya karar verdim. Bütün Güney Amerika’yı otostopla gezmeyi planlayan William’a buraya kadar bir şey olmamış, bu biçimde 5 ay gezmiş. Şansızlık bu ya burada, William’ı otostop yaparken bir motosikletli soymuş. Yolda kendisini götürecek araç için beklerken önünde duran motosikletli cebimde silah var diyerek hem büyük hem de küçük sırt çantasını alıp gitmiş, cebinde az bir parası ve gitarı ile kalakalmış. Evden gelecek olan evraklarını ve ailesinin göndereceği parayı bekliyordu, daha dönüşüne aylar olduğu halde o kadar çok morali bozulmuş ki biletini öne alarak geri dönmeye karar vermiş. Ben bunu bir işaret olarak aldım, bir sürü kişi “dikkatli ol” diyerek uyarmıştı. Ben de Tucuman’dan ayrıldım çünkü tek gelmiştim buraya ve hostelde de bizden başka kalan yoktu, yol arkadaşı bulamadım ve gururuma yediremesem de Mercedes Sosa’nın doğduğu şehir olan Tucuman’dan şansımı zorlamamaya karar vererek ayrıldım. Aynı zamanda yazmadan edemeyeceğim Tucuman benim için gelinmesi gereken bir yer idi çünkü çok severek dinlediğim efsane Atahualpa Yupanqui’nin müziğinin şekillendiği yer burası. Hatta ben O’nun Tucuman’lı olduğunu zannediyordum ama burada öğrendim ki kendisi Buenos Aires’li ama çocukluğu burada geçmiş ve yerlilerin geleneksel müziklerini ve zor yaşam şartlarını gitarıyla ve kendi tarzıyla buluşturup milyonlara ulaştırmayı başarmış dev bir müzisyen.

Arjantin’de, Patagonya’dan sonra Tucuman’da dahil olmak üzere hep büyük şehirlere gitmiştim, biraz küçük yerleşim alanlarına gitmek istiyordum. Bunlardan biri olan Tafi Del Valle’ye geldiğimde de ne kadar doğru bir karar vermiş olduğumu anladım. Büyük şehirler boğuyor beni, daha çok tek başıma kalıyorum, oysaki küçük yerleşim yerlerinde insanlarla tanışmak, dostluk kurmak ya da yeni yol arkadaşları edinmek daha kolay oluyor. Tafi Del Valle 2000 metre yükseklikte ve bir vadi içerisine kurulmuş. Lamalar burada keyiflerine göre istedikleri yerlerde otluyorlar. Yüksekliğin artması ile birlikte bitki örtüsü ve iklim inanılmaz biçimde değişti birden. Sadece 2000 metre ve üstünde yetişen ve G.Amerika’ya özgü olan “Cardones” isminde bir çeşit kaktüsle doldu her yer. İklime aynı zamanda da yüksekliğe de uyum sağlamam gerekiyor burada, gündüzleri hava çok sıcak ama akşamları bunun tam tersi oldukça soğuk.

Bisiklet kiralayarak hem Tafi Del Valle’yi hem de yakınındaki yerleşim yerlerini gezdim. Sakin ve huzurlu geçen iki günden sonra Arjantin’in şarap yapımıyla ünlü Cafayate isimli şehrine gitmek üzere hostelden tanıştığım iki Canadalı kızkardeş ile birlikte yola çıktık ama önce yol üzerinde bulunan Quilmes harabelerine uğradık.

Tur rehberlerinin yaptığı açıklamalara kulak misafiri olduğum ve rehber kitaptan öğrendiğim kadarı ile Quilmes hakkında size biraz bilgi vermek istiyorum. Arjantin’in en geniş korunmuş harebesi olan Quilmes’in tarihi M.S. 1000 olarak tahmin ediliyor. Zamanına göre 5000 kişi gibi oldukça büyük bir nüfusa sahip olan Quilmes, İnkalar’dan kendilerini saklamayı becerebilmişler ama İspanyollar karşısında aynı şansa sahip olamamışlar. 1665 yılında Alonso Mercado y Villacorta yönetimindeki ordu bu şehri kuşatmış; sonrasında da şehrin su ve gıda kaynaklarına ulaşmalarını engellemişler. Bir yıldan fazla İspanyollar’a direnen Quilmes Kızılderilileri sonunda pes etmek zorunda kalmış ve komutan ancak şehri terk etmeleri karşılığında hayatlarını affedebileceğini bildirmiş. Teklifi kabul etmek zorunda kalan son 2000 Quilmes yerlisi, Kuzey Arjantin’de bulunan yerleşim yerinden İspanyollar’ın belirlediği Buenos Aires’te ki yerleşim yerine kadar olan yolu yani 1000 kilometreyi yürümek zorunda bırakılmışlar. Tabii ki bir çoğu bu uzun yola dayanamayıp açlık ve susuzluktan dolayı ölmüş. Hatta acımasız İspanyol askerleri tarafından ölenler, bir bir kaydedilmiş fakat hiçbir şekilde gıda ya da su yardımı yapılmamış, sadece ölmeleri seyredilmiş.

Bu arkeolojik alanda sosyal sınıfların nasıl ayrıldğını net bir biçimde görebilirsiniz. Şef, 40 muhafızla birlikte şehrin bulunduğu dağın tepesinde yaşarmış, burası yaklaşan düşmanı belirmek için stratejik açıdan da oldukça önemiliymiş. Orta sınıf ise dağın biraz daha aşağı bölmelerinde, nüfusun çoğunluğunu oluşturan halk ise vadide yaşarmış. Aynı şekilde sosyal ayrım mezarlarda da görülüyor. Kuzey Arjantin’de hala eski yöntemleri kullanarak yaşayan ve Pachamama’ya (pacha: yeryüzü - mama:anne) inanarak, batıl inaçları olan bir çok kızılderili var ve beyaz ya da batılı insanlarla temas haline geçmekten; özellikle fotoğraflarının çekilmesinden hiç hoşlanmıyorlar. Saygı duyuyorum ve ten rengimden dolayı benden uzak durmalarını anlayabiliyorum, yıllarca çektirilen onca acıdan sonra anlamamak mümkün değil zaten.

Quilmes harabelerini gezdikten sonra yola devam edip Cafayate’ye geçtik. Canadalı kız kardeşler konforlu bir hostel arayışına girdiler, ben de en ucuz olanının. Tam hostel bakınırken, bir günlük ücretsiz şarap evleri turunu promosyon olarak veren, El Balcon isimli hostelde kalmaya karar verdim. Buraya gelmemin nedeni hem şarap bağlarını ve fabrikalarını gezmek hem de Cafayate’nin rengarenk Quebrada de Cafayate ismi verilen dağlarını, vadilerini görmek idi.

İlk gün ücretsiz olan şarap bağları ve fabrikaları gezisine katıldım. Her fabrikada ikram edilen güzel şarapların etkisiyle hostelde kalan diğer gezginlerin ve benim üzerime hoş bir çakırkeyiflilik geldi. Arjantin’de durum bu olunca akşam mutlaka bir “asado” yani mangal yapılıyor. Gezi sonrası bir kasaba uğrayıp kilolarca lezzetli Arjantin eti aldık, zaten çantalarımızda fabrikalardan almış olduğumuz şaraplar da vardı ve akşam hepimiz hem ete doyduk hem de Cafayate’de olmanın tadını çıkararak şarap ziyafeti çektik.

Bir sonraki gün aynı grupla birlikte yani bir İtalyan, bir Hırvatistan’lı, 5 Arjantinli, 2 Fransız ve bendeniz Quebrada’ya doğru düştük yola. Şili’de iken San Pedro de Atacama’ya gittiğimde renkli dağları görünce nutkum tutulmuştu fakat burada doğa aşmış kendisini, ilk defa bu kadar farklı renkte dağ görüyorum, ne kadar güzeller. Sadece renkli olmaları değil aynı zamanda rüzgarın bir heykeltraş özeniyle yonttuğu bu kayalar bana yine sanki başka bir gezegendeyim gibi hissettirdi. Özellikle kırmızının baskın olduğu kayalar, yeşille, sarıyla,maviyle ve krem rengiyle dans ediyorlar burada, tam gözlerimin önünde. Rehberin anlattığına göre bu kırmızı kayalar demirmiş, sarı olanlar sülfür ve mavi olanlar da krom barındırdıkları için bu renktelermiş. Dikkatlice baktığınızda deniz yosunlarını da görebiliyrsunuz burada, önceden deniz suyu ile kaplıymış burası. Hele hele şeytan boğazı denilen bir yer var ki akıllara ziyan, katmanlar biçiminde tapeye kadar yükselen kayalar kocaman bir delik oluşturmuşlar.

Sonraki durak ise Cafayate’nin 150 km kuzeyinde bulunan Cachi ama buraya ulaşmak pek kolay değil. Direk Salta’ya geçebilirdim ama herkes Cafayate-Cachi arasındaki yolun muhteşem olduğunu söyledi, biraz zorlu bir yolculuk olacaktı bu. Ünlü Ruta 40’ın bir kısmını otostopla geçmek zorundaydım, çünkü tam yol üzerindeki iki yerleşim yerinin arasında otobüs seferleri yok. Durum böyle olunca benim gibi bir çılgın aramaya başladım ve Fransız Francois’in de benim gibi bir planı olduğunu duyunca O’na katılmayı teklif ettim, tek başıma çıkmaya korkuyordum. Cachi’den sonraki yerleşim yeri olan Angastaco’ya kadar otobüsle gittik. Bizim gibi aynı rotayı yapmayı planlayan bir İngiliz çiftle de otobüste tanıştık. Angastaco’da, Ruta 40 çıkabilmek için ilk otostop deneyimimiz bir çöp kamyonunun arkasında sonlandı, fena bir başlangış değildi. Sonrasında sadece yarım saatte bir geçen arabalar karşısında 4 otostopçunun pek bir şansı yoktu. Belliki bizim gibi şapşal turistleri ya da gezginleri, yoldan toplayarak diğer yerleşim yerine yani Molinos’a kadar götürerek, ek gelir sağlayan birisinin gelip bizi yoldan toplaması ile Molinos’a ulaştık. Tam Molinos’ta otobüs aramak üzereydik ki bir Alman çift kiralamış oldukları arabaları ile önümüzde durup bize Cachi’ye nasıl gidilebileceğini sordu, sonunu tahmin edebileceğiniz gibi hepimiz bu arabanın içine doluştuk. İşte böylece bu otostop macerası da mutlu bir sonla bitti. Hep beraber akşam yemeği yedik ve bu küçücük yerde çok ucuza çok güzel bir hostel bulduk.

Salta eyaletinde bulunan Cachi küçücük bir dağ kasabası, ismi buradaki yerlilerin konuştukları dil olan Quechua (keçhua diye okunuyor) dilinden geliyor ve anlamı tuz demekmiş. Etrafı kar zirveli dağlarla kaplı olan bu yerde kendinizi Arjantin’de gibi hissetmeniz mümkün değil. Yüksekliği 5000 metreye ulaşan dağlara dağılmış olan tüm nüfusun çoğunluğunu kızılderililer oluşturuyorlar. Kolonyal İspanyol mimarisine sahip olan bu sevimli yerde hostelde kalan iki bisikletliyle dosluk kurdum bu sefer. Bu insanlara çok hem de çok imreniyorum, hadi aldıkları mesafeyi geçtim ama bu yükseklikte, güneş batar batmaz bu soğukta ya da gündüzleri bu yakıcı sıcakta pedal çevirmek hiç hem de hiç kolay değil. Biri Avusturalyalı diğeri ise Belçikalı olan bu cesur yüreklerle iki keyifli gün geçirdim ve sonra Salta’ya gitmek için vedalaştım.

Bu yazıyı okuyanlardan bu sefer değişik bir ricam olacak, en azından adınızı bırakın, var mı oralarda bir yerlerde bunları okuyan yoksa ben kendi kendime mi yazıyorum bunları????? Hu huuuuuuuu, kimse var mı orada ??????

sevgiler....

Tafi Del Valle