26 Aralık 2010 Pazar

Bolivya'da Renklerin Dansı, Kaybolan Zaman ve Mekan


Dört kişi, Arjantin sınır kapısından geçerek, buralıların dediği gibi “Kızılderili Evo’nun Bolivya’sı” na ayak bastık. Villazon’dan kalkacak olan trenimize binecektik. Ben Uyuni’de inecektim, daha önceki yazımda kendilerinden ve yaptıkları güzel işten uzun uzun bahsettiğim yol arkadaşlarım Arjantinli sanatkarlar ise yollarına devam edeceklerdi. Sınırdan geçtiğimiz andan itibaren içimi bir hüzün kapladı ki sormayın. Sesim güzel değildir ama özellikle hüzünlenince mırıldanırım kendimce. Güzel ve  çok sevdiğim bir türkü takıldı dilime bu sefer;
              “Kara tren gecikir belki hiç gelmez,
                Dağlarda salınır da derdimi bilmez,
                Dumanın savurur halimi görmez
                Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez”

Bir haftadır birlikteydik bu can yoldaşlarıyla ve ben her ne kadar yalnız gezmeyi sevsem de çok alışmıştım onların varlığına. Elimde değildi, üzülüyordum ayrılacağız diye. Biletlerimizi koyduk ceplerimize ve bindik dolunayın aydınlattığı bir gecede trenimize. Benim ağzımda “Kara Tren” türküsü, hüznüm geçmek bilmedi. Benden türküyü çevirmemi istediler, elimden geldiğince çevirmeye çalıştım, hepsi ortak oldu hüznüme. Gecenin bir yarısı Uyuni’ye vardığımızda ise Piru bana dünyanın en güzel sürprizini yaptı ve “Ben de seninle iniyorum. Hep görmek istemişimdir Uyuni Tuzlası’nı” dedi ve dünyalar benim oldu. Ona “Sen benim Arjantinli kız kardeşimsin” dediğimdeyse kocaman gözleri ile baktı bana ve güldü. Altı aydır birlikte yol aldığı arkadaşlarını bıraktı ve “Dünyanın en büyük tuzlasına dolunayın doğuşuna birlikte gidelim” isteğimi geri çevirmedi. Üstelik ben bu isteği hiç yüksek sesle söylemedim. Bir daha anladım ki anlaşmak ve anlaşılmak için mutlaka konuşmak gerekmiyor, kalp dilimiz aynıymış Piru ile. Yalnız kalmayıp bir süre daha böyle bir dostla yol alacağım için çok mutlu oldum. Arjantinli kardeşler Matias ve Lucas’la vedalaştık; onlar yollarına devam ederken biz de kendi hikayelerimize yeni tatlar katmak için iki kız kardeş olup, trenin bizi bıraktığı yerden devraldık yeni yolları, maceraları…

3670 metre yükseklikte bulunan Uyuni’de soğuk mu soğuk bir hava karşıladı bizi. Bu soğuk insanın içine işliyor. İşin can sıkıcı kısmı  uygun ücretlerde kalınan hostellerin maalesef ısıtma sistemleri yok. Bize de böyle bir hostel nasip oldu ama kalın yorganların altına girince Evo’nun memleketindeki ilk gecemizi, pencereden içeriyi aydınlatan ve bir sonraki gün doğacak olan muhteşem dolunayın müjdesini veren ay ışığı ile mışıl mışıl uyuyarak geçirdik. İşin daha zor kısmı ertesi gün çıktı ortaya. Sıcacık sularla banyo yapmaya alışık bedenlerimize, elektirikle ısıtılmaya çalışılan su ile sabah işkence gibi gelen bir duş yaptık. Bunları, gidenlere sürpriz olmasın diye yazıyorum asla şikayet gibi algılanmasın. Güneş belirliyor burada günün yaşam biçimini, kimseler güneş biraz yükselip havayı ısıtıncaya kadar battaniyelerin altından çıkmıyor. Güneş batar batmaz da ısı çok düştüğü için herkes evlerinde battaniyelerinin altına giriyor. Piru ile duş sonrası kendimizi Uyuni’nin güneşli ve sıcak gününe bıraktık; donmuştuk ve ısınmaya ihtiyacımız vardı. Daha sonra Piru’nun rehberliğinde öğrendim ki eğer buranın halkının yaşamına tanıklık etmek istiyorsam “Mercado” denilen “Pazarlar”a gitmeliydik. En sevdiğim şeydir pazarlara gitmek, yerel halkın arasına karışmak. En ucuz ve en lezzetli kahvaltılar ve yemekler de, bu pazarların içinde üst katlarda kurulan ve daha çok kadınların işlettiği mutfaklarda  oluyor.

Karnımızı doyurduktan ve Küba’dan gelen doktorların ücretsiz tedavi ettikleri hasta kuyruğundaki köylülerle biraz muhabbet ettikten sonra Piru ile planımızı gerçekleştirmeye başladık. Salar de Uyuni’ye yani Uyuni Tuzlası’na gitmek için bir taksiciyle anlaştık. Gün batarken gidecek ve daha sonra ayın doğmasını bekleyecektik. Bu devasa tuzlanın üzerinde o akşam tam dolunay olacaktı ve biz de bu doğa harikasına tanık olacak, renk oyunlarına katılacaktık. Hostele gittik, bizi sıcak tutabilecek bütün kıyafetlerimizi ve uyku tulumlarımızı aldık. Taksiye atladığımız gibi 3650 metre yükseklikteki ve kapladığı 12000 kilometre karelik alan ile dünyanın en büyük tuzlası olan Salar de Uyuni’ye doğru düştük yola.

Önce bizi bir  tren mezarlığı karşıladı tuzlanın girişinde, bu sessizliğin içerisine terkedilmiş trenler. Piru “Tren türküsünü söyle” diye tutturdu, O da kulağında kaldığı kadarıyla eşlik etti bana. Sonra araba ile tuzlanın içerisine doğru biraz daha devam ettik. Bembeyaz uçsuz bucaksız bir alana geldik, ufuk çizgisi yok çünkü görebildiğimiz her yer göz kamaştıran bir beyazlıkta. Hiç ses yok, sadece rüzgarın sesi var. Yürüdükçe ayakkabılarımızdan “kıtır kıtır” diye çıkan sesler çınlıyordu kulaklarımızda. Güneş yavaş yavaş batarken bulutlar renklerle dans etmeye başladı; morlar pembelerle iç içe geçti, kırmızı mavi ile hüzünlü bir dansa başladı gözümün önünde ve rüzgar valsi yapıldı gökyüzünde.

Daha sonra assolist geldi sahneye yavaş yavaş ve kocaman bir tepsi gibi doğdu gökyüzünde bütün haşmetiyle bu bembeyaz güzelliğin üzerine. Birden sanki kapalı olan bütün ışıklar açıldı. Tuzla ışıl ışıl parlamaya başladı. Bize sunulan bu şölen için minnettar kaldık aya, güneşe, bulutlara ve bembeyaz örtüsü ile Uyuni Tuzlası’na. Arabaya girip biraz ısınıp, getirdiklerimizden yiyip, sıcak Arjantin matesi içip arabadan çıkıyorduk ve biz de katılıyorduk bu dansa, bu şölene, bu valse. Dans etmek ısıtıyordu bizi ve doğanın dansına ortak olmak inanılmaz keyifliydi.  Salar Tuzlası’nda dolunayla geçirilen müthiş romantik randevuya bir nokta koymak gerekiyordu artık çünkü soğuğa daha fazla dayanazmadık ve döndük hostelimize.

Dinlenerek geçirilen sakin bir günden sonra Piru yola devam etmeye karar verdi, bense biraz daha burada kalmaya. Vedalaştık hatta belki inanması zor gelebilir size ama biraz da ayrılmanın verdiği bir hüzünle ağlaştık. Kendi öz kız kardeşimden ayrılırken de ancak bu kadar üzülebilirdim. Hüzünle birlikte müthiş bir mutluluk kapladı aynı zamanda içimi, bir ömür boyu sürecek bir dost, kardeş edinmiş olmanın verdiği bir mutluluk.

Ertesi gün için bir tur acentasından Salar Tuzla’sında iki gece konaklamalı üç günlük bir tur ayarlamaya karar verdim. Tuzlanın iç kısımlarına girdikçe ve irtifa arttıkça hava daha da soğuyacaktı ve -10 iyi bir ihtimal olacaktı, biliyordum. Gel gelelim Eduardo Abaroa Ulusal Parkı’nda bulunan pembe ve yeşil gölleri ziyaret etmek, flamingoları ve ilginç biçimlerde oluşmuş olan kaya formlarını görmek ve dışarıda hava buz gibiyken sıcacık gayzerlerin oluşturduğu havuza girmek için can atıyordum ve soğuk beni bu şölenden vazgeçiremezdi.

Uyuni Tuzlası’da asvalt yok ve burada gezebilmek için tek yol dört çeker bir araç, eğer donanımlı değilseniz ve burada kaybolup donmak istemiyorsanız, bir acentadan bir tur satın almak ise bir zorunluluk. Uyuni kasabasının halkı, bu turu yapmaya gelen turistlerin ve gezginlerin ihtiyaçlarını karşılayarak ve değişik hediyelik eşyalar satarak geçimlerini sağlıyorlar.

Bu turu yapan onlarca acenteden bütçeme en uygun olanını ayarladım ve sabah erkenden çıktık yola. Benim dışımda Kanadalı, İngiliz, İsveç, Brezilyalı ve Danimarkalı birer gezgin daha vardı. Şoförümüz ise bu turu yapmaktan belli ki çok sıkılmış, gezi boyunca hiç bizimle konuşmak istemedi ve devamlı koka yaprağı çiğneyerek kısa cevaplarla sorularımızı geçiştirdi. En çok dikkatimi çeken şey ise arabasını azizlerle, haçlarla ve İsa’nın heykelleri ile donatmış olması idi. İsa’nın ve azizlerin koruması altında yol alacak olmamız rahatlattı beni, özellikle yol kenarlarında kaza yapıp hayatını kaybetmiş olanlar için yapılmış olan kulubecikleri görünce. Bu arada burada yol yok, ne tarafa gitmek istiyorsanız oluyor size orası bir yol, bir önce geçen arabanın izlerini takip ediyorsunuz, beğenmediniz mi başka bir tarafa  bırakıyorsunuz tekerlek izlerinden, buyrun size yeni bir yol. Yol kenarlarında ise Hristiyanlık ve yerli inanışlarıyla harmanlanmış, ölenlerin akrabaları tarafından tanrılara bırakılan yiyecekler ve çiçeklerle bezenmiş kulubecikler var, biraz tüyler ürpertici.   

Tuzla’nın ortasında, eski ismi ile Inka evi anlamına gelen Incahuasi var. Şimdilerde ise buraya “Isla del Pescado” yani “Balık Adası” deniliyor çünkü burası tepeden bakıldığında bir balığa benziyor. Adanın etrafı bembeyaz tuz ile çevrili ve adada yetişen, yılda sadece bir santim büyüyen kaktüslerle başka bir doğa harikası seriliyor gözlerimizin önüne. Sevgili şoförümüzün hazırladığı öğle yemeğini, tuzdan yapılan sandalyelere oturarak ve yine tuzdan yapılan masada yedik. Akşama ise tamamen tuzdan yapılma bir otelde kalacaktık. Eldeki malzeme bu olunca en çok kullanılan da tuz oluyor, kaçış yok.

Bolivya’ya “dünyanın en büyük yer aynası” denilmesinin sebebi Uyuni Tuzlası. Çok büyük ve pürüzsüz yüzeyinin ayna gibi yansıtma özelliği var. Bundan dolayı da uydular test ve kalibrasyon ayarlarını buraya göre yapıyorlarmış. Uyuni Tuzlası 30.000 - 42.000 yıl önce Minchin Gölü’nün kuruması ve geride bu tuz çölünü bırakmasıyla oluşmuş. Altında ise derinliği 2 ile 20 metre arasında değişen göl bulunuyor. Gölün üstünü örten bu katı tuz kabuğunun kalınlığı ise onlarca santimetreden metrelere kadar değişiyor.

Tuzlanın üzerinde farklı yerlerde tuzun çıkarıldığı işletmeler var. Tuzu çıkarmak için kullanılan yöntem ise oldukça basit. Yere on santimetreyi geçmeyen dikdörtgen bir çukur açılıyor, daha sonra bu çukurun suyla dolması bekleniyor ve su buharlaştığında geriye kalan tuz toplanıyor. Tuz kapasitesinin 10 milyar ton olduğu tahmin ediliyormuş ve yılda buradan 25.000 ton tuz çıkarılıp şehirlere naklediliyormuş.

Güneş yavaş yavaş batmaya başlarken biz de ilk gün konaklama yapacağımız tuz otelin olduğu Colchani köyüne doğru yol almaya başladık. Arabadan inerken bizi sağ salim ulaştırdıkları için bütün azizlere teşekkür ettim. Hemen fotoğraf makinemi alıp asla benimle konuşmak istemeyen,  makineyi görünce benden kaçan ya da yüzünü saklayan köylülerin arasına daldım. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi ben “gringa” yani istenmeyen beyaz derili bir turisttim burada.

Akşam güneş batar batmaz hava çok ama çok soğudu, ancak uyku tulumunun içinde oturabiliyordum arkadaşlarla. Çok lezzetli yemeğimizi yedikten ve bana yeni öğrettikleri kağıt oyununda arka arkaya dört kere yenildikten sonra yatmaya karar verdim. Uyku tulumu, bir yorgan ve bir battaniye ile neyse ki biraz ısınabildim ve uyuyabildim.

Turun ikinci günü 4300 metredeki Laguna Colorada’ya (Kırmızı Göl’e) varabilmek üzere düştük yola. Burası filamingolarıyla ünlü bir yer ve tabii ki bir de gölün kırmızı olması ile. Uyuni Tuzlası’ndan çıkmıştık ve yaşam şartlarının hiç kolay olmadığı Eduardo Abaroa Ulusal Parkı’nın içinde 3500 metre ve üstü bir platoda ilerliyorduk. Bitki örtüsü burada yok denecek kadar az. Burada yaşamak çok zor olduğundan çok fazla yerleşim yeri yok. Yol üzerinde önce Laguna Blanca’ya (Beyaz Göl’e) uğradık ve daha sonra devam ederek Kırmızı Göl’e vardık.

Maalesef ikinci günün akşamı hem hava ısısının çok düşmesi hem yüksekliğin artması hem de kaldığımız hostelde sadece bir battaniye vermeleri nedeni ile hepimiz sabaha kadar uyuyamadık. Üstüne üstlük turun son günü, gün doğumunu seyretmeye giderken soğuktan dolayı arabanın yağının donması nedeni ile hepimiz ciddi olarak donma tehlikesi yaşadık. En güzel gün doğumunun seyredildiği yere ulaşamadık ama ne olursa olsun gün doğumunu kaçırmış olsak da yükselen güneş hayatımızı kurtardı. Hava ısısının artması ile arabanın yağı çözüldü ve biz de Laguna Verde’ye (Yeşil Göl’e) gidebildik.

Colchani köyü önünde Coqueza köyünün üzerinde 5400 metrelik heybetli Tunupa Volkan’ı yükselir. Tunupa’nın yamaçlarında eğer rüzgarın fısıltısına kulak verirseniz  size der ki; “Inka’ların babası Atahualpa, Tunupa ismindeki kadının göğsünü kesti ve bu göğüsten sızan süt Salar de Uyuni’yi yani Salar Tuzlası’nı meydana getirdi.”

Tunupa’nın sütü gibi bembeyaz olan dünyanın en büyük tuz çölü ya da gölü Salar de Uyuni ve Eduardo Abaroa Ulusal Parkı’nda platolarda gezerken gördüğüm rengarenk göller, hiç unutmayacağım görüntüler sundular bana.

Büyük bir heyecanla düşüyorum yeniden yola, dünyanın en yüksek ve en büyük acılarını yaşamış şehrine gidiyorum, Potosi’ye…..   

Uyuni Kasabası






Salar de Uyuni - Uyuni Tuzlası








Renk Cümbüşü Göller ve Kameraya Takılan Görüntüler

















21 Aralık 2010 Salı

Hayal Etmekle Başlıyor Her Şey...

Merhaba....

Bolivya'da dolunayla romantik randevuyu yazacağım fakat öncesinde sizinle paylaşmak istediğim bir cesur yüreğin bloğu, bir de sürprizim var.

Biliyorsunuz Patagonya'da ya da Andlar'da pedal çevirerek gezisini yapan insanları   görünce nasıl da imrendiğimi nasıl önlerinde saygıyla eğildiğimi anlatmıştım sizlere. Hostallerde karşılaştığımda soru yağmuruna tuttum onları, yaptıkları bence dünyanın en güzel gezme biçimi idi benim gözümde ve bir çok kere yazılarımda da yazdım.

Sonra bir gün bizim de böyle bir deli yüreğimiz olduğunu ve bu yüreğin Orta Asya'da pedal çevirdiğini okuyunca bloğundan takip etmeye başladım. Sanki o pedalları çeviren ben oldum, o maceralara ben atıldım. Bir yanım Güney Amerika'da iken, O'nun yazılarını okurken bir yanım da Güney Kore'de ya da Moğolistan'da oldu, apayrı dünyalara götürdü beni, farklı bir gezme tarzının kendi dilimde tadını yakaladım.

Sonra biz yazışmaya başladık ve Gürkan bana "hiç mi senin başından kötü bir olay geçmiyor? Blog günlük güneşlik" dedi ve ben de ailemi ve arkadaşlarımı endişelendirmemek için geçen olayları yazmamayı tercih ettiğimi söyleyince, "sen yaz ben bloğumda yayınlayayım" dedi. Benim için ne büyük bir onur, yazacağım facia hikayesi olsa bile çok sevindim. Yazıyı kendi bloğunda yayınladığı için çok teşekkür ediyorum Gürkan'a.

Şimdi sizleri hem bu cesur adamın dünyasına davet ediyorum hem de benim başımdan  geçen bir olaya daha ortak olmaya....

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yıldızlardan Taç Yaptım Kendime

İnsan, köklerinden uzaklaşıp uzun bir süre tek başına kalınca, bir de üzerine kilometrelerce yol yapınca hem de böylesine güzel  bir kültürün ve coğrafyanın içinde ve  böyle muhteşem insanlarla birlikte, başka birisi olabiliyor. Daha güvenli, daha ayakları yere basan, ama bir o kadar da göklerde uçan.  Bunun adı olsa olsa özgürlük olabilir, öyle olsa gerek; her hangi bir dış baskı yok, etki yok, zorlama yok, kendisinden başka sorumlu olduğu kimse yok, tüm yönlendirmeler kendi istekleri doğrultusunda, tamamen bağımsız.

Arjantin’deki son günlerimdi. Kuzey Arjantin’de Iruya isimli şehirde tanıştığım “Artesanos”larla birlikteydim. Yani el emeği ve yaratıcılıkla yapılan ürünleri satarak geçimlerini sağlayan, evleri yollar olmuş üç Arjantinli ile yolculuk yapıyordum bu sefer. Yavi’ye gidecektik, benim planım doğrudan Bolivya’ya geçmekti ama; “bulutların arasında bu yer” dediler, “akşam gün batıp da yıldızlar göz kırpmaya başlayınca, teker teker o yıldızlardan taçlar yapacağız” dediler ve benim de aklımı çeldiler. İstedim ki bu güzel ülkeye, Arjantin’e, şanına yakışır bir şekilde, yıldızlarla dans ederek, bu cesur yol insanları ile vakit geçirerek veda edeyim ve takıldım peşlerine. 

Ekvator’a kadar gitmeyi planlıyorlardı, yavaş yavaş, istedikleri yerlerde mola vererek. Tezgah açıyorlar ve yaptıkları el işlerini sergiliyorlar, akşamları yeni şeyler üretiyorlar ve onları satarak geçimlerini sağlıyorlardı… Ben de onların tezgahlarında duruyor, gelenlere bildiğim kadarıyla İspanyolca ile bilezik, yüzük, kolye satmaya çalışıyordum ve galiba benim kırık İspanyolca’mın yarattığı sempati yüzünden daha çok şey satılıyordu. 

Çıktık yola İruya’dan; madem onlarla yolculuk yapacaktım, kaçış yok onların kurallarına da uyacaktım bu durumda. Otostopla gidelim dediler, alıştım bu otostop olayına zaten, hele bir de bu coğrafyada bu kadar normal bir şeyken neden olmasın? Dört kişiyi alacak araba bulmak zor olduğu için de aramızda mesafe bırakarak, baş parmaklarımıza şans getirmelerini dileyerek, ikişerli grup oluşturarak çıktık yola ve inanmayacaksınız belki ama ilk araba hemen durdu. Gerçi üç araba değiştirmemiz gerekti ama paramız cebimizde kaldı. Yavi’ye vardığımızda, kararlaştırdığımız gibi şehir girişinde diğer arkadaşlarımızı bekledik ve bir saat kadar sonra da onlar geldiler. 

Yavi, Arjantin’in, Bolivya’ya sınır kasabası olan La Quiaca’ya 16 km uzaklıkta ve 3440 metre yüksekliğinde ufak bir kasaba. Yavi’de sizi bekleyen ise havaya hakim olan müthiş bir huzurdur. Arada sırada yoldan geçen kovboyların atlarının asfaltsız yolda çıkardığı nal seslerinden başka duyulan ya rüzgarın uğultusu ya da kuş sesleridir burada.

Kerpiç evlerin içindeki günlük telaşa denk gelirsiniz açık kapılardan, meraklı bakışlarınızı fırlatırsanız avlulardan içeriye ama o günlük koşuşturmalar bile huzurlu bir sessizlik içinde, doğayla uyumlu bir ritm halindedir. Etrafınızı çeviren dağlar ise neredeyse bütün Kuzey Arjantin’de olduğu gibi rengarenktir.  Geceleri ise gökyüzü kucağınıza serer yıldızları, içiniz soğuktan ürperse  de, tırnaklarınız ayazdan morarsa da kalkıp, bu şölenin ortasında kapalı mekanlara girmek ve yıldızlarla randevuyu yarıda bırakmak çok zordur Yavi’de.

Keyifli geçirdiğimiz iki huzurlu günden sonra sınır kasabasına, La Quiaca’ya doğru düştük yola. Planımız Arjantin’den çıkışımızı yapmak, Bolivya’ya geçmek ve Villazon ismindeki kasabadan kalkacak olan trene binmekti. Ben ve benimle birlikte bir süre daha seyahat etmek için, diğer iki kişiden bir süreliğine ayrılacak olan Piru ile planımız Uyuni’ye varmaktı, oradan da dünyanın en büyük tuz çölüne gidecektik.  İki kardeş olan Lucas ve Matias ise trenle devam edecekler ve Oruro’ya kadar çıkacaklardı. Daha sonra onlar Ekvator’da belirledikleri bir yerde buluşacaklardı; hatta belki ben de katılacaktım onlara. 

Yavi’den, Yavi’nin masmavi gökyüzünden ve vadiyi dolduran kuş seslerinden zorla ayrıldık. Her adım atışımda ayaklarım daha da ağırlaşıyordu, çünkü üç aydır seyahat ettiğim Arjantin’den ayrılma vakti gelmişti. Bu ülkeyi çok sevdiğimden dolayı, içime bir hüzün dolmuştu ve yepyeni bilinmeyen bir ülkeye gidiyor olmak da beni teselli etmiyordu. La Quiaca’ya vardığımızda etrafı gezdik birazcık, kızmayın bana ama acılı lama eti yedik hep beraber; çok lezzetli bir et.

La Quiaca sınır kapısında işlemlerimizi yaptırdık ve Bolivya’ya geçtik. Biletlerimizi aldık ve trenimize binerek, dolunayın aydınlattığı And Dağları’nın muhteşem görüntülerini seyretmeye başladık. Arjantin macerası burada bitiyordu ve Bolivya’ya doğru gidiyordum. Geri kalan kısmı bir sonraki yazımda anlatacağım ve bu yazıyı bitirmeden önce biraz Arjantin’den bahsetmek istiyorum.

Arjantin, 2 milyon 795 bin kilometrekarelik yüz ölçümüyle dünyanın en büyük sekizinci ülkesi. Türkiye’nin üç katından  biraz daha büyük bir ülke; oysa nüfusu sadece kırk milyon. Nüfusunun küçük bir kısmını Güney Amerika yerlileri, yüzde doksan yedi gibi büyük bir kısmını ise İspanya ve İtalya’dan göçmüş olanlar oluşturuyor. Yüzde iki oranında Yahudi nüfusu var ve geri kalan nüfusun büyük çoğunluğu Katolik.

Arjantin, en güneydeki Patagonya’dan, en kuzeydeki geniş otlakların bulunduğu Pampalar Bölgesi’ne kadar, birbirinden farklı doğası ve değişen kültürel özellikleri ile çok büyük bir ülke. Lezzetli biftekleri ve şarapları, ateşli tango dansları, futbola olan düşkünlükleri, Gaucho denilen kovboyları, yüzen dev buzuldağları, Buenos Aires’teki 140 metrelik dünyanın en geniş caddesi, geçirmiş olduğu askeri darbeleri - dünyada en çok askeri darbenin yaşandığı ülkelerden biri- ve darbeler esnasında kayıp olan çocuklarını arayan annneleri, ellerinden hiç düşürmedikleri mate çayları, ekonomik krizleri, protesto gösterileri ile hayat, başka bir tonda akıyor Arjantin’de.

Futbol hayatın çok içinde Arjantin’de; Maradona ise duvarlardaki grafitilerde ya da posterlerde karşınıza çıkıyor sık sık. Che Guevera, Arjantinliler için büyük bir onur kaynağı; şapkalarda, tablolarda, duvarlarda, şiirlerde, şarkılarda hep Che var. Arjantin’de bütün üniversitelere rahatça girip çıkabilirsiniz, kütüphanesinden ya da diğer imkanlarından faydalanabilirsiniz; hiçbir polis kontrolü yapılmaz. Che’nin Buenos Aires’te okuduğu Buenos Aires Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin duvarında ise Che’nin resmi vardır ve kimse yırtmaz, üstüne başka bir resim asmaz, o resmi oraya asanları kimse coplamaz.

Hangi Arjantinli ile konuşursanız konuşun, İngiliz yönetiminde olan Falkland Adaları bir yaradır onlar için ve kaybedilmiş olan bu adaların kendilerine ait  olduğunu ve bir gün yeniden alınacağını söylerler. 2001’de yaşadıkları ekonomik krizde IMF’yi sorumlu tutmuşlar ve 54. cumhurbaşkanları olan Nestor Carlos Kirchner IMF’ye olan borçlarını ödeyemeyeceklerini açıklamış, var olan borçların üçte ikisini silmiş ve her şey yolunda giderse, kalan üçte biri ödeyebileceklerini dile getirerek, bir anlamda bizim ülkemiz de dahil bir çok ülkenin yapmaya cesaret edemediği bir biçimde IMF’ye kafa tutmuştur. Ülke ekonomisinde her şey yolunda gitmiş ve Kircher 2006 yılında ülkesinin IMF’ye olan borcunu ödemiştir.

Bu ülke ve insanlarını, bir ara medyada IMF ile gerginliklerin oluştuğu dönemde, lanse edildiği biçimde kanun tanımaz, yağmacı ve saldırgan olarak değil; sıcak kanlı, misafirperver, günü yaşayan ve bizdekine benzer acılar yaşamış ama aydınlık umudunu kaybetmemiş bir ülke ve insanlar olarak anımsayacağımdan emin, sınır kapısından geçiyorum.

Elveda Arjantin ve merhaba Bolivya…

Yavi ile Arjantin'e Veda











Villazon- Tren Sefası






7 Aralık 2010 Salı

Karanfil Yardımı İle Bilinmeyen Ada'ya Doğru


İtaki

itaki'ye doğru yola çıktığın zaman

yolunu uzatmaya bak

serüvenler, bilgilerle uzasın yolun.

lestrigonlar'dan ve kikloplar'dan

azgın poseidon'dan korkma.

bunları görmiyeceksin zaten, düşüncen

soylu ise ve seçkin bir duygu

dolmuşsa ruhuna ve gövdene.

lestrigonlar, kikloplar

ve azgın poseidon, çıkamayacak karşına

onları ruhunda taşımıyorsan

ruhun onları çağırmayacaksa.

yolun uzasın

nice yaz şafaklarıyla beraber

ilk gördüğün limanlara

-coşkuyla, sevinçle- varmak için;

durup fenike çarşılarından

has mallar almak için

sedefi ve mercanı, abanoz ve kehribarı

ve her yana gönlünce saçabileceğin

başdöndürücü kokuları;

sonra mısır kentlerini görmek için

bilgelerden bilgiler dermek için

yolunu uzatmaya bak.

itaki hep aklında olsun

amacın orasıdır ve oraya gidiyorsun.

ama gerek yok ayağını çabuk tutmana,

yıllarca sürmelidir bu gezi,

öyle ki yaşlanıp o adaya vardığında,

yolda kazandıklarınla zaten zengin,

itaki'den zenginlik beklemeyesin.

itaki eşsiz bir gezi sağladı sana,

o olmasa yola çıkmayacaktın

onun vereceği bir şeyi yoktu başka.

ve şimdi sen onu yoksul buluyorsan, itaki aldatmış değildir seni.

artık sen bir bilgesin, bunca deneyden geçtin

İtakiler ne demektir artık bilirsin.

Konstantin Kavafis (çeviren: İsmet Özel)

Merhaba....

Biliyorum uzun bir ara girdi yazılara.... Sanmayınki sizlere anlatacağım hikayeler, tanışmalar, üzüntüler, sevinçler, hesaplaşmalar ve en önemlisi yollar bitti... O kadar çok şey var ki yazmak ve paylaşmak istediğim.. Kaldığım yerden devam edeceğim.... Sırada Bolivya, Peru ve Brezilya var sizlerle paylaşacağım.


Itaki, yine benim çok sevdiğim yol şiirlerinden biri ve canım arkadaşım Özlem sayesinde yeniden hatırlamış oldum bu şiiri ve sizlerle de paylaşmak istedim…. Bir sürü çağırışım yaptı tabii ki bu şiir bende....


Benim İtaki gibi varmayı istediğim, gitmeyi hedeflediğim, son noktayı koymak istediğim, isim verebileceğim bir ada yok. Böyle bir ada olsa idi belki daha kolay olurdu her şey ama olsa bile şiirde Kavafis'in öğütlediği gibi uzatırdım uzatabildiğim kadar yolculuğu çünkü benim hedefim hep "yolda olmak". Belki de benimki de tıpkı Jose Saramago’nunki gibi “Bilinmeyen Adanın Öyküsü”dür ve ben o adayı arıyorumdur.


Nasıl yani zaten hayatın kendisi bir yol değil midir? sorusu kurcalıyor aklımı. Bir başlangıç noktası var ve bu hayat yolu -hiç bitmeyecek gibi gelse de bize- bir gün bitecek. O zaman cevap yaşadığımız hayatın aslında başlı başlına bir yol olduğu, bizim de en baştan beri yolcu olduğumuzdur. Bir kimse kendini bu yola dahil edebiliyorsa yoldur ama ya dışında kalmayı tercih ediyorsa, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, o zaman ne olur? Yol biter mi? Şimdi, şu an akan bu zamana dahil olamıyorsa kişi, geçmişin elekte kalan kırıntıları ile uğraşıyor ya da geleceğin pırıltılı planlarını yapmakla meşgul ediyorsa iç dünyasını; işte o zaman hayat yolu bitmiş oluyor mu? Şimdi kim verecek bunun cevabını? Ben veremiyorum. Beylik laflar etmeyi yakıştıramıyorum kendime ama bu soruyu kurcalamadan da edemiyorum. Belki sizler bana bir yol gösterirsiniz, ışık tutarsınız. Biraz yardımınıza ihtiyacım var yani...


Nereden mi geldim buralara? Uzun saatler süren otobüs yolculukları esnasında, Özlem'in İtaki şiirini hatırlatmasıyla geldim. Kendisini yollara vurmuş olanın hayat yolunu sorgulamasına tanıklık etmek istemez misiniz?


Herkesin bu hayat yolunun farkına vararak, anları es geçmeyerek, özümseyerek, farkına vararak ve bu yolları delicesine, tutku ile severek uzun yolculuklar ile arşınlamasını diliyorum.


Söz veriyorum yazacağım, Arjantin'deki son noktada sonunda yıldızlara dokunmamı ve Bolivya'daki dolunay ile romantik randevumu yazacağım.. Biraz suskunluğa ihtiyacım vardı, suskunluk benim için bir dua oldu sanki. Şimdi yeniden avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum...


Sevgiler efendim!!!