30 Mart 2010 Salı

Patagonya'nın İncisi - Torres Del Paine


Puerto Natales’de hostele yerleşir yerleşmez büyük bir koşuşturma başladı. Hepimiz şehri tanımayı, Torres Del Paine Ulusal Parkı’nda geçireceğimiz günler sonrasına bıraktık çünkü hava çok güzeldi, şanslıydık ve meteorolojiye göre hava önümüzdeki 4 gün yağışsız olacaktı. Hemen bu güzel havadan yararlanmak için yola çıkmamız gerekiyordu. 6 günlük taşıması ve pişirmesi kolay yiyecekler aldık, enerji versin diye bol bol çikolata ile doldurduk çantalarımızı.


Şili’ye yolunuz düştüğünde, 2420 kilometre alanı kapsayan, Şili Patagonya’sında yer alan; Torres Del Paine’yi görmeden dönmeyin, büyük hata olur. Patagonya’nın incisi gibi parlayan bu güzel yerde kendinizi kaybedeceğinize eminim. 3000 metre yükseklikteki And Dağları, buzullar ve fiyortlar içinde, rüzgara karşı yürürken nefesiniz hem gerçek hem de mecazi anlamda kesilecek, unutulmaz bir anı kalacak geriye, muhteşem manzaralar ile birlikte.


Kaldığım hostelden çadır, mat, ocak, pişirme kapları, tabak, çatal, kaşık, bardak ve yağmur geçirmez pantolon kiraladım. Sırt çantamı boşalttım, başka bir çantaya yerleştirdim ve bilgisayarım, fotoğraf makinemle birlikte hostelin kilitli dolaplarından birine bıraktım. Sırt çantamı bu malzemeler ve beni en sıcak tutacak olan kıyafetlerle doldurdum. Hava durumu her an değişebileceği ve kuvvetli bir yağmurlara yakalanma olasılığı olması nedeniyle fotoğraf makinemi riske atmamak adına yanıma almadım, taşımak ve muhafaza etmek zor olacaktı. Evet 6 günlük gezi için hazırdım, tek korkum bu çantayı nasıl taşıyacaktım? Yani tamam uzun süre yürüyebilirim ama Patagonya rüzgarına karşı bu çantayla yürümek biraz zor olacaktı fakat kesinlikle görmek de istiyordum. Aslında parkın içinde kalınabilecek oteller mevcut fakat fiyatları benim bütçemin üstünde olduğu için çadır kurmak şart olmuştu. Gemide tanıştığım gezginler de aynı şeyi yapacaktı zaten ve deneyim kazanmak, kendimi sınamak ve sınırlarımı zorlamak için bu bulunmaz bir fırsattı.


Her şey hazırdı, ertesi gün sabah otobüsle yola düştük. Planımız bir önceki yazımda bahsettiğim gibi “W” rotasını yapmaktı, ve bu rotayı doğudan başlayarak batıdaki Grey buzuluna doğru yapacaktık. İlk gün parka girişimizi yaptıktan sonra 2 saatlik bir yürüyüşle ilk kamp noktasına (Hosteria Las Torres) ulaştık. Çadırlarımızı kurduk ve etrafta ufak yürüyüşler yaparak güneşin ve güzel havanın keyfini çıkardık. Ertesi gün 4 saatlik bir yürüyüş yaparak, turkuaz renkli göller ve buzullardan akan suların oluşturduğu nehirlerden geçerek bu parka ismini veren gökyüzüne doğru uzanan 3 masif kayayı görebileceğimiz yere ulaştık, çok şanslıydık çünkü hava rüzgarlı olmasına rağmen güneşli idi ve yağmur yoktu, bulutsuz olduğu içinde manzara inanılmazdı. Deniz seviyesinden 2500 kilometre yükseklikte 3 devesal kaya işte bütün heybeti ile önümdeydi. Biraz manzaranın tadını çıkardıktan sonra daha kısa bir zamanda kamp alanımıza geri döndük, ateş yakmak burada serbestti, ateşimizi yakıp, yemeklerimizi pişirip, sıcacık duşlarımızı alıp, erkenden doğadaki sessizliğin içinde uykuya daldık. Güneş batar batmaz hava çok soğumuştu ve uyku tulumumun -5 gösteren derecesi beni hiç de sıcak tutmuyordu. Bir çok kere soğuktan dolayı uyandım, üşüyordum, ama yapacak bir şey yoktu, çantamdaki bütün kıyafetler zaten üzerimdeydi ve uyku tulumundaydım. Elimden geldiğince uyumaya çalıştım, ne olursa olsun hiçbir şekilde şikayet etmiyordum çünkü bu görsel şölenin içinde olmaktan dolayı çok mutluydum ve bu da bu işin bir parçasıydı.


Ertesi gün sabah erkenden kampı toplayıp çantalarla birlikte Campamento İtaliano’ya doğru yola düştük, tam 7 saat sürdü kamp alanına ulaşmamız ve Frances Buzulu’nun yakınında yer alan burada hava daha da soğudu. Zaman zaman buzuldan düşen parçalar vadide yankılanıyor ve ertesi gün buzulun yanından yapacağımız yürüyüşün muhteşemliği hakkında bizi hazırlıyordu. Zar zor yemeklerimizi hazırladık yedik ve çadırlara geçtik fakat burada soğuktan dolayı ve buzuldan düşen parçaların sesinden dolayı uyumak daha da zordu.


Sabah kahvaltıdan sonra yürüyüşümüze başladık. Frances Vadisi'nin nefes kesen güzellikleri içinden geçerek ve buzuldan düşen parçaları seyrederek, 4 saatlik bir yürüyüşle vadinin en yüksek noktasına ulaşıp, vadinin derinliklerine dalıp, dinlendik. Kampa geri dönüşümüz 3 saat sürdü, kampı toplayıp bir sonraki kamp alanına 3 saatlik bir yürüyüş daha gerçekleştirdik. Buzuldan uzaklaşmıştık, vadi içinde dağlarla korunan Pehoe Gölü yakınındaki kamp alanı bir önceki yere göre çok daha ılımandı. Tek sorun inanılmaz kuvvetli bir rüzgar vardı, hemen duşlarımızı alıp yemeklerimizi; kamp içinde bulunan ortak mutfakta hazırladık, ne kadar sevindim içeriye bu mutfağa girip sıcak hava ile karşılaşınca. Çok ama çok yorgundum, hazırladığım yemeği (bu arada tahmin edebileceğiniz gibi durmadan makarna yiyorduk) bile yiyecek gücüm yoktu. Çadıra zor attım kendimi ve ılıman havanın etkisi ile sabaha kadar deliksiz uyudum. Sabah sol ayağımın altında 3 adet su toplamıştı ve üstüne basmamın imkanı yoktu, hava da inanılmaz bozmuş ve neredeyse beni uçuracak kadar kuvvetli bir rüzgar çıkmıştı. Yağmur yağıyordu, yorgundum ve maalesef Grey Buzul’unu görebileceğim yürüyüşü yapamadım. Feribot biletimi alıp gruptan ayrılarak, yarım saatlik Pehoe Gölü’nde yapılan bir yolculuk sonrası otobüse binip Puerto Natales’e geri döndüm.


Hostele yerleştim ve akşam yemeği hazırlamak için markette alışveriş yaparken Türkçe konuşan birilerini duydum, hep acaba ne zaman Türk gezginlerle karşılaşacağım deyip duruyordum, “aaaa siz Türkçe konuşuyorsunuz” gibi garip bir tepki vermişim, sonra Türkçe’yi konuşamadım falan, uzun zamandır ya yarım yamalak İspanyolca konuşuyorum ya da İngilizce. Beni akşam, Şili’de rehberlik yaparak hayatını kazanan ve buraya yerleşmiş olan Türk bir rehberin, Cem’in, doğum gününü kutlamak için bir yere davet ettiler, ben de seve seve gittim. Puerto Natales’de barda birden 7 Türk olduk, neredeyse iki adet okey masası çıkacaktı. 2 burada yaşayan Türk rehber, 7 aydır Orta Amerika ve Güney Amerika’yı gezen bir çift, tek yön biletini almış, gemileri yakmış 2 gezgin daha ve ben. Onlar da benim gibi Torres Del Paine’ye gideceklerdi ve biraz bunun üzerine konuştuk. Muhabbetimiz hep gezmek, gezgin olmakla ilgiliydi, çok keyif aldım.


Ben rotamı güney Amerika'nın en büyük adası olan Tierra Del Fuego'ya yani Ateş Toprakları' na çevirirdim, onlarda Torres Del Paine'in inci gibi parlayan turkuaz göllerine.... Belki yollarımız kesişir bir yerlerde yine....


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder