15 Mart 2010 Pazartesi

Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece

Bildiğiniz gibi Şili’de ki deprem yüzünden biraz sekteye uğradı gezi planlarım ama sağ salim atlattığımdan dolayı şikayetçi değilim bu durumdan, 10 günlük bir gecikmeye neden oldu o kadar. Önce şoktan dolayı olsa gerek Patagonya’nın Şili’de kalan kısmını tamamen planlarımdan çıkarıp Arjantin’e geçmeyi planlamıştım ama evinde kaldığım ve deprem sonrasında manevi desteği ile şoku atlatmama büyük yardımı olan Roberto’nun, “Patagonya’yı görmeden Şili’yi görmüş olmazsın” gibi ısrarlarına dayanamayıp, denemeye karar verdim. Ne de olsa en sevdiğim şairlerden biri olan Neruda’nın topraklarındaydım ve olabildiğince çok tanımak istiyordum burayı. Şu anda bu sebepten dolayı hala Şili’deyim ve Chiloe adasından yazıyorum bu yazıyı. İklim ve ulaşım koşulları elverdiği sürece de devam edeceğim Güney Kutbu’na doğru yol almaya. Depremden önce en son Lima havaalanından yazmıştım sonrasında ise bağlantılar koptu, toparlamaya çalışayım efendim izninizle….
Bogota’dan, Şili’nin neredeyse en kuzeyindeki Iquequi’ye geldiğimde havaalanından dışarı çıkar çıkmaz karşılaştığım absürd manzara çok şaşırttı beni. Iquequi’nin deniz kenarında bir şehir olduğuna emindim ama karşımda bana “hoş geldin” diyen bu çıplak dağlar, tek bir yeşilliğin olmadığı, değişik tonlardaki kahverengi dağlarda neyin nesiydi? Çöle çok mu yakındım yoksa bu Atacama Çölü benim tahmin ettiğimden daha mı büyüktü? Kafamda bir sürü soru işareti oluştu. Arabaya binip şehrin merkezine giderken sağ tarafımda deli çılgın dalgalarıyla Pasifik Okyanusu, sol tarafımda ise hiç bir yeşilliği barındırmayan dağ sıraları. Tam bir tezatlık oluşturuyordu, maviyi yeşille görmeye alışık olan gözlerim kabullenmek istemiyordu bu durumu. Biliyorum size garip gelecek ama biraz da kültür şoku yaşıyordum, Kolombiya ve Ekvator’dan sonra bambaşka bir coğrafya ve kültürle karşılaşıp, Güney Amerika’nın başka yüzüyle tanışıyordum. Kolombiya’da alışık olduğum durmadan otobüste çalan latin ezgileri yoktu burada. Ben o kadar alışmışım ki bu müzik olayına ve her an kıpır kıpır olma durumuna, burada birden böyle sessiz sedasız yolculuk yapıyor olmayı garipsedim. Bir taraftan da bu kıtanın en güvenli ülkesinde olmaktan dolayı biraz rahat nefes almıştım, yine dikkatli idim ama diğer iki ülkede olduğu kadar paranoyaklık derecesinde değil, yalnız seyahat etmenin en kötü tarafı, arkanızı sizden başka koruyacak kimsenin olmaması.
Şehir merkezine varıp hosteli bulup yerleştikten sonra, şehri gezmeye çıktığımda ise bahsettiğim kahverengi dağ eteklerinde kurulmuş olan şehrin, insan dolu plajları, denizin çılgın dalgalarında sörf yapan insanları, tertemiz caddeleri, her karşıdan karşıya geçtiğimde durup yol veren sürücüleri, düzenli şehir planlaması ve Georgian tarzı mimarisiyle inşa edilmiş yapılarıyla çok gelişmiş bir şehirle başbaşaydım. Keyif aldım arşınlamaktan caddelerini. Tek bir sorun vardı, daha ilk geldiğim anda hissedilen, bırakın Güney Amerika kıtasını, diğer kıtalar içerisinde de pahalı sayılabilecek bir ülkedeydim. Konaklamak ya da ulaşım hiç de ekonomik değildi. Gelmeyi planlayanlara duyurulur, özellikle Ekvator ve Kolombiya’dan sonra bende bir şok etkisi yarattı bu. Hemen önlem paketlerine geçtim, yemeğimi kendim hazırlamak ya da rehber kitap tavsiyesi ile bulunan en ucuz hostellerin yerine daha da ucuz, pencerelerde “Hospedaje” yazısı asılı olan kapıları tıklatıp, biraz güler yüz biraz da Türk motifli pazarlık tekniklerini işin içine katmaya başladım. Bu arada 1 saatlik bir feribot yolculuğu yaparak hem denizden şehre bir bakış attım hem de tüm şirinlikleri ile güneşlenen deniz aslanlarını seyrettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder