8 Haziran 2010 Salı

Cesur Türk Juan ve Papatyalar Kraliçesi Julie...


Engin, isminin telaffuzunun zor olmasından dolayı Juan ismini kullanmaya başlamış burada, benim isim hikayem ise Kolombiya’da tanıştığım ve çok sevdiğim Arjantin’li Cecilia’nın, durmadan ismimi unutması üzerine “bak bundan sonra senin adın Julie olsun, senin için daha iyi olur.” diyerek; bana bir Güney Amerika ismi takması şeklindeydi. Hoş bir tesadüf olmuştu Türk Juan ve Julie beraber yollardaydı.

Engin’le birlikte ve kahvaltı niyetine atıştırdığımız çantalarımızdaki ufak tefek yiyecekle, güneşli bir günün keyfini çıkara çıkara başladık Ruta 40’da da otostop yapmaya. Önce bir araç durdu ve El Chalten’e gidecek araç bulabilme olasılığımızın daha yüksek olduğu bir dört yola götürdü bizi. Fena başlamadı yani maceramız, Engin kendini güneşin ellerine bırakıp şekerleme yaparken, ben bir taraftan müzik dinliyor, bir taraftan dans ediyor ve yol kenarındaki papatyaları topluyordum. Tahmin edeceğiniz gibi vızır vızır arabaların geçtiği bir yerde değildik ve zamanı güzel geçirmek için papatyadan taç, olası geçecek olan arabayı tavlayabilmek adına çiçek buketi yapmak; birbirimizin fotoğrafını çekmek, doğayı dinlemek, bulutları seyretmek gibi çeşitli kendimizi oyalama taktikleri geliştirdik, kısa diyemeyeceğim bu uzun bekleme süresi içerisinde. En sonunda bir pikap geçti yoldan ve geçmekle kalmayıp bizi de götürmeye gönüllü oldu. Sadece bir çift vardı pikapta ve arkadaki koltuklara çok değerli çantalarını oturtmuşlar ve bizim gibi zavallı iki otostopçuyu da ancak arka kasaya almak şartıyla götürebileceklerini söylediler, biz de mecburen beklemektense, rüzgarla boğuşarak arkada gitmeye gönüllü olduk. İlk başta, rüzgarın yüzümüzü yalamasından, bu güzel Patagonya manzarasının içinde akıp gidiyor olmaktan dolayı gayet mutluyduk fakat daha sonra sağduyu yoksunu şoförün pikabı çok hızlı kullanıyor olması bu keyfi daha çok bir işkenceye dönüştürmeye başladı bizim için. Çantalardan yavaş yavaş eldiven, yün bere, polar, montlar çıkarıldı ve giyildi, daha sonra farklı oturma şekilleri denenerek rüzgarı en az alabileceğimiz konuma geldik ve donarak 2 saat geçirdik. İşkence sona erdiğinde yani El Chalten’e vardığımızda ise karşılaştığımız Fitz Roy dağı manzaralı vadi içerisindeki yerleşim yeri bütün acılarımızı unutturdu, en azından Engin’e unutturdu ama ben maalesef bu iki saatlik rüzgarla danstan sonra korkunç bir baş ağrısı ile ancak atabildim kedimi hostelin yatağına, Engin ise bu yürüyüş cennetine gelir gelmez, en yakın ve en kısa olan bir rotayı yapmak için düştü yola. Bir gün öncesinden artırdığımız türlü malzemesi ile Engin’e yapma sözü verdiğim yemeği o gece yataktan kalkamadığım için yapamadım ama acısı Engin’in sabah saat beni 6.30 da uyandırıp “hadi yapalım artık şu türlüyü, ölüyorum açlıktan” demesiyle son buldu, ben sözümü tutmuş oldum, Engin de türlüye kavuşmuş oldu, işte gurbette insan bu kadar özlüyor alışık olduğu damak tadını. Kaldığımız hostelin tarihine de sabah sabah türlü yemeği yapan ilk insanoğlu olarak geçmiş olduk.

Ulusal Los Glaciares Parkı’nda bulunan El Chalten, bir çok dağcının ve doğa severin dikkatini çekmesi üzerine, onlara hizmet vermek amacıyla sonradan kurulmuş küçük bir yerleşim yeri. Doğa ile iç içe kurulmuş, sessizliğin hakim olduğu, ufak hotel, hostel, cafe, restoranlar ve doğa sporları malzemelerinin satıldığı dükkanlardan oluşan Patagonya’daki bu sevimli ve dinlendirici yeri, eğer buralardaysanız ya da olacaksanız, görmeden, yürüyüş rotalarını yapmadan ve doğasının tadına bakmadan terketmeyin, büyük hata olur.

Türlümüzü yedikten ve beğenmediğimiz hosteli, pufuduk koltuklarına tav olduğumuz başka hostelle değiştirdik. Güneşli güzel bir günde, 6-7 saat sürecek günü birlik bir yürüyüşe başladık. Hoplaya zıplaya yolumuzda ilerlerken, birden iki küçük çocuğun yanından geçtiğimiz tepenin zirvesinden bağırdıklarını duyduk. Ne benim ne de Engin’in İspanyolcası bu tepeden bağıran çocukların dediğini anlamaya yetmedi ama ortada bir gerçek vardı, bu çocukların başı belada idi. Ya çocukların başına bir şey gelmişti ya da onlarla birlikte olan birisine bir şey olmuştu ve yardım bulmaya çalışıyorlardı. Engin çocukların yanına gidip ne olduğunu anlamak için tepenin zirvesine tırmanırken, ben de eteğinde oturup ondan gelecek haberleri beklemeye başladım, zira köye gidip yardım felan çağırmak gerekebilirdi. Kısa bir süre sonra Engin çocukları kapıp geldi, olay ise bu 7-8 yaşlarında iki minik, sevimli mi sevimli tip, babaları ile gezerken; nasıl oldu ise kaybolmuşlardı ve babalarını arıyorlardı, bağırdıkları o tepenin zirvesinden yanlışlıkla aşağıya yuvarlanmamaları ise şanstı. Neyse yoldan geçen ve köye doğru giden bir gruba teslim ettik bu çocukları, kaldıkları otele bıraksınlar diye, zira tek başına gidemiyorlardı. Yürüyüşümüz esnasında ise gözlerinde bir hüzün olduğunu hissettiğimiz bir adama da “Siz oğullarınızı mı kaybettiniz? Biz iki tane bulduk da…” diye sormamızla da, babayı da bulmuş olduk ve görevimizi tam yerine getirmiş olmanın iç rahatlığı ile yolumuza devam ettik. Ben Engin’e bu olaydan sonra cesur Türk Juan demeye başladım, ne de olsa olay yerinden geçen diğer doğa severler (?) bizim gösterdiğimiz tepkiyi göstermek yerine yollarına devam etmişlerdi.

Yine muhteşem güzellikte bir parkurda ilerliyorduk, kah dereler geçiyor kah ressam elinden çıkma ağaç kümeleri ile yollarımız kesişiyor ve kendimizi oturup seyretmek ya da yoldan çıkıp aralarına girip o ağaçlardan biri gibi hissetmek, birden bire toprağa kök salmak ve ağaçlardan biri olmak hissinden alıkoyamıyorduk. Evet benim resmen burada hissettiğim duygu yoğunluğunun tarifi buydu. Ya hani şu gördüğümüz göllerdeki bir balık ya nehirlerde ki bir taş ya da hani kök salıverip bir ağaç olma hissi gibi bir tutku ile boğuşuyordum durmadan. Her geçen bir gün bana üzüntü veriyor ve yaklaşan kışa kızıyordum, buradan ayrılmak zorunda bıraktığı için beni. Kelimelere dökmek ne kadar zor bu muhteşem mutluluk ve doğa ile bir olabilme hissini, keşke şair olsaydım da şu çoşkunun yarattığı sel kelimelerde yaşam bulabilseydi.

O günkü yürüyüş parkurunun ilk durağı olan Torre Gölü’ne geldiğimizde, bu muhteşem gölü ve Grande Buzulu’nu seyretmek için mola verdik, yanımızda getirdiklerimizle öğle yemeğimizi bu tarifi zor güzellikteki manzara karşısında, sadece rüzgarın sesini dinleyerek ve buranın enerjisini tüm iliklerimizde hissederek yaptık. Buzula daha yakın olacağımız bir yolda yürürken de Patagonya kuşlarından olan iki adet “matamico blanco” kuşunun bize poz vermesi, gözlerimizin içine baka baka öylece durmaları sayesinde yaklaşık olarak 5 dakikalık bir bakışma seremonisi yaşadık. Bizi terkedip, uçmaya başladıklarında kanatlarının büyüklüğüne hayran oluyor ve ayıramıyorduk gözlerimizi bu gökyüzünün efendilerinden. Büyük cüsselerine rağmen süzülüverdiklerinde ise “aaahhh keşke şu kuşun kanatlarında olabilsem ve böyle süzülsem dursam hayatım boyunca şu göklerde” dedirten, insanı mutluluktan uçuran bir etki yaratıyordu bünyemde.

Cesur Türk Juan ve papatyalar kraliçesi Julie yürüyüşe geç başladıkları için, geri dönüşün bir kısmı karanlıkta oldu, sihirli olduğuna inandığım kaya üzerindeki baykuş bize göz kulak olacak, yanından geçtiğimiz ağaçlar kulaklarımıza bazı sırlar fısıldayacak ve orman perileri bizi koruyacaktı, karanlık dönüş yolunda. Bu kadar yoğun yaşamak bu doğayı ve bir de fiziksel olarak tırmanmak, inmek, uzun saatler boyunca yürümek, yoruyor insanı ve yemek yiyecek güç bile bırakmıyor insanda. Bir sonraki gün gidilecek yürüyüşe güç toplamak için erkenden hayallere dalarak uyuduk biz de. Ertesi gün Engin çadırı ile birlikte kamp yapmaya karar verdi, birlikte kamp yerine kadar olan parkuru yaptık ve Capri Gölü’nün kenarına o kampını kurarken, ben de göl manzarasını seyrettim ve daha sonra Fitz Roy manzarasını seyredebileceğimiz diğer noktaya yürüdük. O gün utangaçtı Fitz Roy ve bulutların arkasına saklanmıştı, bu yüzden zirvelerini tam açıklığı ile göstermedi, biz yine de karşısına geçip seyre daldık saklanan Fitz Roy’u, ben hava kararmadan köye geri döndüm ve Engin ile yollarımız bu doğal parkta, buzulların arasında, Fitz Roy’un huzurunda ayrıldı. O çadır kamplı devam etti El Chalten’de, bense El Bolson’a gitmeye karar verdim ve hostele döndüm.

Yorgunluktan dolayı ertesi gün geç uyanabildim, El Bolson’a gidecektim, bunun için önce El Calafate’ye gitmem gerekiyordu ama otobüsü kaçırdım, yine şansın yaver gitmesi sonucu, araba kiralayarak buraları gezen Kanadalı bir fotoğrafçı ile tanışmam ve onun beni götürmeyi kabul etmesi ile bu güzel yolu bol bol durarak ve yolda fotoğraflar çekerek halletmiş oldum. Bir gün daha geçirdim El Calafate’de sonra, hippi şehri diye bilinen El Bolson’a vardım. Gerisi bir sonraki yazıya…

Not: Her pazar, bu gezinin notlarını  http://www.odatv.com/  adresinden de takip edebilirsiz...

1 yorum:

  1. Ne güzel yazmışsın valla, eline sağlık. Tekrardan yaşamış gibi oldum :)
    İnşallah önümüzdeki günlerde ben de yazacağım, sen de oradan okursun. Böylece Patagonya'yı hala bir şekil yaşamaya devam ederiz :)

    Seneye yazın gidiyoruz bak tekrar, ona göre...

    Cesur Türk Juan.

    YanıtlaSil