26 Aralık 2010 Pazar

Bolivya'da Renklerin Dansı, Kaybolan Zaman ve Mekan


Dört kişi, Arjantin sınır kapısından geçerek, buralıların dediği gibi “Kızılderili Evo’nun Bolivya’sı” na ayak bastık. Villazon’dan kalkacak olan trenimize binecektik. Ben Uyuni’de inecektim, daha önceki yazımda kendilerinden ve yaptıkları güzel işten uzun uzun bahsettiğim yol arkadaşlarım Arjantinli sanatkarlar ise yollarına devam edeceklerdi. Sınırdan geçtiğimiz andan itibaren içimi bir hüzün kapladı ki sormayın. Sesim güzel değildir ama özellikle hüzünlenince mırıldanırım kendimce. Güzel ve  çok sevdiğim bir türkü takıldı dilime bu sefer;
              “Kara tren gecikir belki hiç gelmez,
                Dağlarda salınır da derdimi bilmez,
                Dumanın savurur halimi görmez
                Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez”

Bir haftadır birlikteydik bu can yoldaşlarıyla ve ben her ne kadar yalnız gezmeyi sevsem de çok alışmıştım onların varlığına. Elimde değildi, üzülüyordum ayrılacağız diye. Biletlerimizi koyduk ceplerimize ve bindik dolunayın aydınlattığı bir gecede trenimize. Benim ağzımda “Kara Tren” türküsü, hüznüm geçmek bilmedi. Benden türküyü çevirmemi istediler, elimden geldiğince çevirmeye çalıştım, hepsi ortak oldu hüznüme. Gecenin bir yarısı Uyuni’ye vardığımızda ise Piru bana dünyanın en güzel sürprizini yaptı ve “Ben de seninle iniyorum. Hep görmek istemişimdir Uyuni Tuzlası’nı” dedi ve dünyalar benim oldu. Ona “Sen benim Arjantinli kız kardeşimsin” dediğimdeyse kocaman gözleri ile baktı bana ve güldü. Altı aydır birlikte yol aldığı arkadaşlarını bıraktı ve “Dünyanın en büyük tuzlasına dolunayın doğuşuna birlikte gidelim” isteğimi geri çevirmedi. Üstelik ben bu isteği hiç yüksek sesle söylemedim. Bir daha anladım ki anlaşmak ve anlaşılmak için mutlaka konuşmak gerekmiyor, kalp dilimiz aynıymış Piru ile. Yalnız kalmayıp bir süre daha böyle bir dostla yol alacağım için çok mutlu oldum. Arjantinli kardeşler Matias ve Lucas’la vedalaştık; onlar yollarına devam ederken biz de kendi hikayelerimize yeni tatlar katmak için iki kız kardeş olup, trenin bizi bıraktığı yerden devraldık yeni yolları, maceraları…

3670 metre yükseklikte bulunan Uyuni’de soğuk mu soğuk bir hava karşıladı bizi. Bu soğuk insanın içine işliyor. İşin can sıkıcı kısmı  uygun ücretlerde kalınan hostellerin maalesef ısıtma sistemleri yok. Bize de böyle bir hostel nasip oldu ama kalın yorganların altına girince Evo’nun memleketindeki ilk gecemizi, pencereden içeriyi aydınlatan ve bir sonraki gün doğacak olan muhteşem dolunayın müjdesini veren ay ışığı ile mışıl mışıl uyuyarak geçirdik. İşin daha zor kısmı ertesi gün çıktı ortaya. Sıcacık sularla banyo yapmaya alışık bedenlerimize, elektirikle ısıtılmaya çalışılan su ile sabah işkence gibi gelen bir duş yaptık. Bunları, gidenlere sürpriz olmasın diye yazıyorum asla şikayet gibi algılanmasın. Güneş belirliyor burada günün yaşam biçimini, kimseler güneş biraz yükselip havayı ısıtıncaya kadar battaniyelerin altından çıkmıyor. Güneş batar batmaz da ısı çok düştüğü için herkes evlerinde battaniyelerinin altına giriyor. Piru ile duş sonrası kendimizi Uyuni’nin güneşli ve sıcak gününe bıraktık; donmuştuk ve ısınmaya ihtiyacımız vardı. Daha sonra Piru’nun rehberliğinde öğrendim ki eğer buranın halkının yaşamına tanıklık etmek istiyorsam “Mercado” denilen “Pazarlar”a gitmeliydik. En sevdiğim şeydir pazarlara gitmek, yerel halkın arasına karışmak. En ucuz ve en lezzetli kahvaltılar ve yemekler de, bu pazarların içinde üst katlarda kurulan ve daha çok kadınların işlettiği mutfaklarda  oluyor.

Karnımızı doyurduktan ve Küba’dan gelen doktorların ücretsiz tedavi ettikleri hasta kuyruğundaki köylülerle biraz muhabbet ettikten sonra Piru ile planımızı gerçekleştirmeye başladık. Salar de Uyuni’ye yani Uyuni Tuzlası’na gitmek için bir taksiciyle anlaştık. Gün batarken gidecek ve daha sonra ayın doğmasını bekleyecektik. Bu devasa tuzlanın üzerinde o akşam tam dolunay olacaktı ve biz de bu doğa harikasına tanık olacak, renk oyunlarına katılacaktık. Hostele gittik, bizi sıcak tutabilecek bütün kıyafetlerimizi ve uyku tulumlarımızı aldık. Taksiye atladığımız gibi 3650 metre yükseklikteki ve kapladığı 12000 kilometre karelik alan ile dünyanın en büyük tuzlası olan Salar de Uyuni’ye doğru düştük yola.

Önce bizi bir  tren mezarlığı karşıladı tuzlanın girişinde, bu sessizliğin içerisine terkedilmiş trenler. Piru “Tren türküsünü söyle” diye tutturdu, O da kulağında kaldığı kadarıyla eşlik etti bana. Sonra araba ile tuzlanın içerisine doğru biraz daha devam ettik. Bembeyaz uçsuz bucaksız bir alana geldik, ufuk çizgisi yok çünkü görebildiğimiz her yer göz kamaştıran bir beyazlıkta. Hiç ses yok, sadece rüzgarın sesi var. Yürüdükçe ayakkabılarımızdan “kıtır kıtır” diye çıkan sesler çınlıyordu kulaklarımızda. Güneş yavaş yavaş batarken bulutlar renklerle dans etmeye başladı; morlar pembelerle iç içe geçti, kırmızı mavi ile hüzünlü bir dansa başladı gözümün önünde ve rüzgar valsi yapıldı gökyüzünde.

Daha sonra assolist geldi sahneye yavaş yavaş ve kocaman bir tepsi gibi doğdu gökyüzünde bütün haşmetiyle bu bembeyaz güzelliğin üzerine. Birden sanki kapalı olan bütün ışıklar açıldı. Tuzla ışıl ışıl parlamaya başladı. Bize sunulan bu şölen için minnettar kaldık aya, güneşe, bulutlara ve bembeyaz örtüsü ile Uyuni Tuzlası’na. Arabaya girip biraz ısınıp, getirdiklerimizden yiyip, sıcak Arjantin matesi içip arabadan çıkıyorduk ve biz de katılıyorduk bu dansa, bu şölene, bu valse. Dans etmek ısıtıyordu bizi ve doğanın dansına ortak olmak inanılmaz keyifliydi.  Salar Tuzlası’nda dolunayla geçirilen müthiş romantik randevuya bir nokta koymak gerekiyordu artık çünkü soğuğa daha fazla dayanazmadık ve döndük hostelimize.

Dinlenerek geçirilen sakin bir günden sonra Piru yola devam etmeye karar verdi, bense biraz daha burada kalmaya. Vedalaştık hatta belki inanması zor gelebilir size ama biraz da ayrılmanın verdiği bir hüzünle ağlaştık. Kendi öz kız kardeşimden ayrılırken de ancak bu kadar üzülebilirdim. Hüzünle birlikte müthiş bir mutluluk kapladı aynı zamanda içimi, bir ömür boyu sürecek bir dost, kardeş edinmiş olmanın verdiği bir mutluluk.

Ertesi gün için bir tur acentasından Salar Tuzla’sında iki gece konaklamalı üç günlük bir tur ayarlamaya karar verdim. Tuzlanın iç kısımlarına girdikçe ve irtifa arttıkça hava daha da soğuyacaktı ve -10 iyi bir ihtimal olacaktı, biliyordum. Gel gelelim Eduardo Abaroa Ulusal Parkı’nda bulunan pembe ve yeşil gölleri ziyaret etmek, flamingoları ve ilginç biçimlerde oluşmuş olan kaya formlarını görmek ve dışarıda hava buz gibiyken sıcacık gayzerlerin oluşturduğu havuza girmek için can atıyordum ve soğuk beni bu şölenden vazgeçiremezdi.

Uyuni Tuzlası’da asvalt yok ve burada gezebilmek için tek yol dört çeker bir araç, eğer donanımlı değilseniz ve burada kaybolup donmak istemiyorsanız, bir acentadan bir tur satın almak ise bir zorunluluk. Uyuni kasabasının halkı, bu turu yapmaya gelen turistlerin ve gezginlerin ihtiyaçlarını karşılayarak ve değişik hediyelik eşyalar satarak geçimlerini sağlıyorlar.

Bu turu yapan onlarca acenteden bütçeme en uygun olanını ayarladım ve sabah erkenden çıktık yola. Benim dışımda Kanadalı, İngiliz, İsveç, Brezilyalı ve Danimarkalı birer gezgin daha vardı. Şoförümüz ise bu turu yapmaktan belli ki çok sıkılmış, gezi boyunca hiç bizimle konuşmak istemedi ve devamlı koka yaprağı çiğneyerek kısa cevaplarla sorularımızı geçiştirdi. En çok dikkatimi çeken şey ise arabasını azizlerle, haçlarla ve İsa’nın heykelleri ile donatmış olması idi. İsa’nın ve azizlerin koruması altında yol alacak olmamız rahatlattı beni, özellikle yol kenarlarında kaza yapıp hayatını kaybetmiş olanlar için yapılmış olan kulubecikleri görünce. Bu arada burada yol yok, ne tarafa gitmek istiyorsanız oluyor size orası bir yol, bir önce geçen arabanın izlerini takip ediyorsunuz, beğenmediniz mi başka bir tarafa  bırakıyorsunuz tekerlek izlerinden, buyrun size yeni bir yol. Yol kenarlarında ise Hristiyanlık ve yerli inanışlarıyla harmanlanmış, ölenlerin akrabaları tarafından tanrılara bırakılan yiyecekler ve çiçeklerle bezenmiş kulubecikler var, biraz tüyler ürpertici.   

Tuzla’nın ortasında, eski ismi ile Inka evi anlamına gelen Incahuasi var. Şimdilerde ise buraya “Isla del Pescado” yani “Balık Adası” deniliyor çünkü burası tepeden bakıldığında bir balığa benziyor. Adanın etrafı bembeyaz tuz ile çevrili ve adada yetişen, yılda sadece bir santim büyüyen kaktüslerle başka bir doğa harikası seriliyor gözlerimizin önüne. Sevgili şoförümüzün hazırladığı öğle yemeğini, tuzdan yapılan sandalyelere oturarak ve yine tuzdan yapılan masada yedik. Akşama ise tamamen tuzdan yapılma bir otelde kalacaktık. Eldeki malzeme bu olunca en çok kullanılan da tuz oluyor, kaçış yok.

Bolivya’ya “dünyanın en büyük yer aynası” denilmesinin sebebi Uyuni Tuzlası. Çok büyük ve pürüzsüz yüzeyinin ayna gibi yansıtma özelliği var. Bundan dolayı da uydular test ve kalibrasyon ayarlarını buraya göre yapıyorlarmış. Uyuni Tuzlası 30.000 - 42.000 yıl önce Minchin Gölü’nün kuruması ve geride bu tuz çölünü bırakmasıyla oluşmuş. Altında ise derinliği 2 ile 20 metre arasında değişen göl bulunuyor. Gölün üstünü örten bu katı tuz kabuğunun kalınlığı ise onlarca santimetreden metrelere kadar değişiyor.

Tuzlanın üzerinde farklı yerlerde tuzun çıkarıldığı işletmeler var. Tuzu çıkarmak için kullanılan yöntem ise oldukça basit. Yere on santimetreyi geçmeyen dikdörtgen bir çukur açılıyor, daha sonra bu çukurun suyla dolması bekleniyor ve su buharlaştığında geriye kalan tuz toplanıyor. Tuz kapasitesinin 10 milyar ton olduğu tahmin ediliyormuş ve yılda buradan 25.000 ton tuz çıkarılıp şehirlere naklediliyormuş.

Güneş yavaş yavaş batmaya başlarken biz de ilk gün konaklama yapacağımız tuz otelin olduğu Colchani köyüne doğru yol almaya başladık. Arabadan inerken bizi sağ salim ulaştırdıkları için bütün azizlere teşekkür ettim. Hemen fotoğraf makinemi alıp asla benimle konuşmak istemeyen,  makineyi görünce benden kaçan ya da yüzünü saklayan köylülerin arasına daldım. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi ben “gringa” yani istenmeyen beyaz derili bir turisttim burada.

Akşam güneş batar batmaz hava çok ama çok soğudu, ancak uyku tulumunun içinde oturabiliyordum arkadaşlarla. Çok lezzetli yemeğimizi yedikten ve bana yeni öğrettikleri kağıt oyununda arka arkaya dört kere yenildikten sonra yatmaya karar verdim. Uyku tulumu, bir yorgan ve bir battaniye ile neyse ki biraz ısınabildim ve uyuyabildim.

Turun ikinci günü 4300 metredeki Laguna Colorada’ya (Kırmızı Göl’e) varabilmek üzere düştük yola. Burası filamingolarıyla ünlü bir yer ve tabii ki bir de gölün kırmızı olması ile. Uyuni Tuzlası’ndan çıkmıştık ve yaşam şartlarının hiç kolay olmadığı Eduardo Abaroa Ulusal Parkı’nın içinde 3500 metre ve üstü bir platoda ilerliyorduk. Bitki örtüsü burada yok denecek kadar az. Burada yaşamak çok zor olduğundan çok fazla yerleşim yeri yok. Yol üzerinde önce Laguna Blanca’ya (Beyaz Göl’e) uğradık ve daha sonra devam ederek Kırmızı Göl’e vardık.

Maalesef ikinci günün akşamı hem hava ısısının çok düşmesi hem yüksekliğin artması hem de kaldığımız hostelde sadece bir battaniye vermeleri nedeni ile hepimiz sabaha kadar uyuyamadık. Üstüne üstlük turun son günü, gün doğumunu seyretmeye giderken soğuktan dolayı arabanın yağının donması nedeni ile hepimiz ciddi olarak donma tehlikesi yaşadık. En güzel gün doğumunun seyredildiği yere ulaşamadık ama ne olursa olsun gün doğumunu kaçırmış olsak da yükselen güneş hayatımızı kurtardı. Hava ısısının artması ile arabanın yağı çözüldü ve biz de Laguna Verde’ye (Yeşil Göl’e) gidebildik.

Colchani köyü önünde Coqueza köyünün üzerinde 5400 metrelik heybetli Tunupa Volkan’ı yükselir. Tunupa’nın yamaçlarında eğer rüzgarın fısıltısına kulak verirseniz  size der ki; “Inka’ların babası Atahualpa, Tunupa ismindeki kadının göğsünü kesti ve bu göğüsten sızan süt Salar de Uyuni’yi yani Salar Tuzlası’nı meydana getirdi.”

Tunupa’nın sütü gibi bembeyaz olan dünyanın en büyük tuz çölü ya da gölü Salar de Uyuni ve Eduardo Abaroa Ulusal Parkı’nda platolarda gezerken gördüğüm rengarenk göller, hiç unutmayacağım görüntüler sundular bana.

Büyük bir heyecanla düşüyorum yeniden yola, dünyanın en yüksek ve en büyük acılarını yaşamış şehrine gidiyorum, Potosi’ye…..   

12 yorum:

  1. Öyle bir yazmışınki ''gürkan uyumi tuzlasına bisikletle gidilemez'' dercesine. cık cık cık : )

    güzel bilgiler için teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. :))))))))

    Ben kasabada iken bisikletli bir grup gördüm, hazırlık yapıyorlardı Uyuni Gölü'ne ve parka gitmek için. Şili'deyken Salar de Atacama'dan, Bolivya'ya giriş yapıp bu ulusal parkı ve tuzlayı geçerek Uyuni kasabasına varacak başka bir bisikletli ile tanışmıştım, O bunu tek yapacaktı.

    Yani oralar senin pedal çevirmeni bekler Gürkan :))))) dikkatli ve donanımlı olmak gerekiyor ki bu da sen de var.... görüyoruz :))) sevgiler...

    YanıtlaSil
  3. Okurken orası bulunduğun yerler benim de gözümün önüne geliyor :))

    YanıtlaSil
  4. Aisha ne güzel bir yorum bu böyle.. eee çok mutlu oldum ben şimdi.... sevgiler....

    YanıtlaSil
  5. Yazdiklarinla,anlattiklarinla, "Gidilmeli,ertelenmemeli,gorulmeli" ler artiyor...
    Lakme

    YanıtlaSil
  6. Gezinizi yorumlarıyla okudum, iyiki varsınız

    YanıtlaSil
  7. Merhaba,

    Evet Piru gitmese çok iyi olacaktı ama yolcu yolunda gerek :))))

    İyi ki siz de varsınız Urimbaba, teşekkürler okuduğunuz için....

    YanıtlaSil
  8. Buyuk bir zevkle okuyorum seyahatini ve haritada gittigin yerleri bulup rotani takip ediyorum.Hissettirdiklerin icin tesekkurler.

    YanıtlaSil
  9. Teşekkür ederim Timukan....

    sevgiler...

    YanıtlaSil
  10. Çok teşekkür ederim Gülcan, bu thesisdiary bloguna yeni başladım aslında ama çok vakit ayıramıcam gibi görünüyor şimdiden. Baştan ihmal, nasıl? ama diğeri biraz daha hallice:P

    Ama beni izlediğin için teşekkür ederim, senin blogunda olduğu gibi çok fazla kişi izlemediği için her izleyen kişi ve yorum yapan kişi beni çok heyacanlandırıyor:)

    Evet seyahat konusuna gelince Gürkan ve senin blogunu okudukça içim kıpır kıpır oluyor, off ben de gitmeliyim bir yerlere diye. Şimdilik Avrupadan bir başlayayım ufak ufak trenle. Ama benim de nihai hedefim Güney Amerika, şu tez bir bitsin:S Senin blogunu daha pragmatist bir şekilde okuyorum yani takipteyim.

    Sevgiler ...
    Bol şans
    Yeni yazılarını bekliyorum

    YanıtlaSil
  11. Hu hu, nerdeyse 1 ay olmuş ve yeni yazı yok. Herşey yolundadır inşallah.

    YanıtlaSil